Menu
ÖYKÜCÜLERLE YAKIN OKUMALAR 1: HASİBE ÇERKO
Söyleşi • ÖYKÜCÜLERLE YAKIN OKUMALAR 1: HASİBE ÇERKO

ÖYKÜCÜLERLE YAKIN OKUMALAR 1: HASİBE ÇERKO

HASİBE ÇERKO:

“BİR EDEBİYAT ESERİNİN GÜZELLİĞİ HİÇBİR ZAMAN KOLAY BİR GÜZELLİK DEĞİLDİR.”

Hasibe Çerko, Leyla, Büyüyen Ay Yay., 2015.

Leyla’yı okumaya başlayınca öncelikle modernist yazarlar geçti zihnimden. Ama zamanla daha fantastik isimleri de düşündüm. Tam Ahmet Hamdi Tanpınar’ı düşünüyordum ki, Mallarme’dan iki ayrı yerde yararlanmanız bana manidar geldi. Öykü tarzınızın ortaya çıkması anlamında referanslarınız olan yazarlardan beşini sorsam ne söylersiniz?

Merhaba öncelikle. Edebiyat dilinin derin varlığını kavramış bir sanatçı olan Tanpınar’a değinmeniz çok hoş. Yeri gelmişken, sanatsal imgelemin hem özyapısının hem işlevinin bütünüyle değişik bir tasarımını bulurum onda. Kuşkum yok, derinlikten haz alan her yazarda Tanpınar’ın başka bir tesiri olmuştur. İmgelemin özgür oyununu içtenlikle kullanma biçimine, geniş kültürel evrenine hayran olmamam mümkün değil. Sözcüğün-konuşmanın ne anlama geldiğini bilen bir sanatçıydı Tanpınar. Edebiyat onda bizatihi dilin içinde doğan bir şeydi. Bence yalnız büyülü bir güç olarak doğmayıp, kendi anlambilimsel (semantik) ve simgesel anlamı içinde yetkinleşen bir edebiyat, tam olarak onu ifade etmektedir. Yaratma psikolojisini ve felsefesini seyir üzerinden inşa etmesini, güncele olan mesafeli yaklaşımını kendime fazlasıyla yakın buluyorum. Bunun haricinde, çok anlamlı edebiyatında o aslında hep bir şeyi anlatmak istiyormuş gibi gelir bana; insanın dünyadaki masalsı varlığını. Bir olgu olarak ölüm kadar duyguların birbiri içine geçmiş ritmi, renkleri, şeylerin ve duygulanımların kevn ve fesadını içeren âna-oluşa dokunma tutkusunu hep bu bir şeyi anlatmak için verir bana. Sözcükle coşkulu bir ilerleyişi vardır çünkü. “Abdullah Efendi’nin Rüyaları”nda, Huzur’da mesela, parmakla resim yapar gibi coşkulu bir dokunma edimini göstermek ister. Hayat karşısında onun acısını tek bir kelimeyle ifade etmem gerekse, “arayış” derdim. Etkilenmeleri, akrabalıkları bir yana Tanpınar, büyük deneyimiyle bir işe girişir. En ince çetrefil deneyimlere kolayca, haz duyarak biçim veren, elindeki metaforları binbir anlamı ile yoğurmak isterken kendi insansal dünyamızın dar sınırları içinde kalmayıp, görüngülerin seyrini de içeren bir dil felsefesi yaratma işine. Edebiyatta gidebileceği en uzak mesafeye ulaşmayı hedefler sanki. Bu anlamda oldukça otantik, mitsel evren algısı onun kelimelerinin, hayallerinin taşıyıcısı olmuştur diye düşünüyorum. Bütün bireysel farklılıklarla, yazının öznelliği, biricikliği ile birlikte bu insani deneyimden etkilenmesem ayıp olurdu. Sizin de belirttiğiniz üzere Mallarme kelimelerle oynuyor. Dili bir gösterge olarak kullanıyor. Mekâna adanmış dilin imkânları veya boşluğu içinde barok şiirin gerilimini sonuna dek kullanıyor. Açık yüzey ve kapalı içsellik arasındaki ara varlık, Mallarme’nin nesneleri. Tinselci (maneviyatçı). Sanatın güzelliği ile doğal güzellik birbirine götürülmez pek onda. Yani, doğanın güzelliği yalnızca iğretileme (metafor) olarak anlaşılır. Güzel bir ırmak veya ağaçtan söz etmenin salt retorik olduğunu söyleyen Croce bunu anlatmak ister gibidir. Benim doğaya bakışım büyük bir hayranlık içerir. Metafor olarak kullandığımda bile aynı zamanda o şey doğal güzelliği içinde, esas tabiatında büyüleyicidir. Mallarme eserini, edebiyat denen saf ve erişilmez özün ihlali olarak sunuyor. Edebiyatı, edebiyat yapmayı reddediyor. Masumiyetteki beyaz kâğıdın üzerine düşen her sözcüğü mekânı öldürme girişimi olarak kullanarak dilin mekânsallığına atıf yapıyor. Düz bir süreklilik ilişkisi olmayıp eserin yeni otantik kelimelerle her kendini açmasından sonra kökene geri dönmeyi, kendi üzerine katlanmayı içeren bu ara varlık ilişkisi beni oldukça ilgilendiriyor. Tanpınar’da keza karakterler ara varlıklardır. Eşikte acı içinde olanakları değerlendirmeyi göze alıyorlar ve meşhur Sisyphos mitindeki sürekli arşınlanan ama gerçekte asla aşılamayan bir mesafede var bulunuyorlar. Not düşelim, ara varlık Tanpınar’da eşikte ve kararsızı, Mallarme’de açığa çıkmakla çıkmama, belirlenime gelmekle gelmeme arasında kendi üstüne katlananı ifade eder. Bize gelince: Leyla’yı bırakalım, yorumlansın, yeni okumalar ve yorumlarla açıklanıp çoğalsın. Üçüncü kitap –Leyla- üzerinden bir tercih sürecini belirteyim isterseniz. Kitabın dışlaşma sürecinde hep iç içe olmayı seçtiğim birkaç isim: Bilge Karasu’nun imge odaklı dil evrenini hep canlı ve kışkırtıcı buldum. Rasim Özdenören ayrıntının, hıncın, çok hoş imgesel doku içinde açımlanan savruluşların, şeyleri özneleştirmesi ve incelikli tasvir atmosferiyle etkileyici idi. Kafka’nın fantastik insanı, Hermann Hesse’nin günümüz insanını doğa içinde ele alarak onu daima aşan büyük söylemi ve doğaya bakışındaki görkem, yazınsallığı resim sanatıyla birleştirmedeki ustalığı, ayrıntılardan etkilenme biçimindeki tam insan tonu sarsıcıydı. Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’deki gerçeği ustalıkla örttüğü sanki hiç başlamamış gibi bitirdiğim ara varlığı, tasvirin, duyarlığın, incelikli ayrıntının zirve anlatımı, (bence tamamen mitik bir yazın evreni ki etkilenmeye değer).R. Maria Rilke, İngeborg Bachmann, Virginia Woolf, Sâdık Hidâyet…

zhasibeZor ve soyut bir öykü biçemini tercih etmeniz nasıl oldu? Sizi buraya neler getirdi? Okumalar, yaşantılar, yazar dostlukları gibi?

Aslında bu denli zor metinler yazdığımı düşünmemiştim. Her Şey Bir Derekuşu adlı öyküm dışında diğer öyküleri örneğin, soyut bir biçim hedef alınmaksızın yazdım. Kaldı ki bu öyküdeki anlatıcının etkilendiği bütün biçimler canlıydılar. Bir kere, yalnız dile getirmekle kalınmıyor, biçim verici (formativ) bir uğraşının içinde bulunuyorsunuz. Biçim vermeden dile getiremiyorsunuz. Bu da belli duyusal ortamlarda ortaya çıkmaktadır. Biçimlerin uzamında gezinmek nesnelerin, çevremizdeki deneysel objelerin alanında yaşamakla aynı şey değil kuşkusuz; anlatıcı o mekânda canlı ve devingen bir güçle karşılaştı ki o ürkünç yolculuğa çıkmayı göze aldı. Belki de o garip güçle anlatıcı, öyküdeki mekânın doğasından duyulur, dokunulur şeyleri çıkarıp oluşturdu. “Her Şey Bir Derekuşu”na dönersek doğaya içkin gücül bir güç, nous ile karşılaşmalar var burada. Bir sözcük anlatıcıdan ise diğerleri nous’tan sızıntılardır. Bazen soğuk ve aldırışsız, bazen sıcak ve sarıp sarmalayıcı his bırakan bir akıcılık nous. Aristoteles’in metafiziğinde kendi kendine bakan Tanrılık, Tanrı’nın öncesiz ve sonrasız mutluluğu. Evrenin özlemesiyle ona aktığı şey. Buna, bu immaterial (cisimsiz) akışa kapılıyorsunuz. Bu kapılma yalnız acı veya haz duyma değil. Yalnız duygu yoğunluğu asla değil. Düşünmek, sezmek, biçimlere yönelik garip bir gönül çalkantısı ile dışlaştırma tutkusu. Tek başına duygu ne canlandırılır ne de dünyasallaştırılır. Bu yüzden işte, her canlandırma bir dokunmadır. İmgelemin oyunu burada ortaya çıkıyor ve az evvel değindiğim gibi, gerçek bir imgelem, tek başına bir öykücünün işi değil. Seslerin, ritimlerin, renklerin açığa çıkması yani. Tek başına değil. Friedrich Schlegel’e göre modern ozanın en büyük görevi, kendisinin “transsendental şiir” diye betimlediği, yeni bir şiir biçimi yaratmak için çalışmaktır. Başka hiçbir poetik tür bize poetik tinin özünü, şiirin şiirini veremez. Nitekim romantik düşünürlerin en büyük amacı felsefeyi şiirleştirme ve şiiri felsefeleştirme idi. Böyle bir düşünceyle öykü yazmaya başladığımı söylemiyorum. Aslolan yazının imgelemimin özgür oyununun bir sonucu olmasıdır. Salt duyguyu değil, devinimi vermek istemesinden, tartımı sezdirmek istemesindendir öykünün zorluğu veya okuru zorlaması. Ve burada, bu isteğin sınır tanımamasıyla ilgili olmalı. Sorunuza geri dönersek, beni buraya neyin getirdiği sorusu oldukça karmaşık bir deneyimler ağını içermekle beraber bilinçdışını, masumiyeti ve derin içsel deneyimi çağrıştırıyor. Korkunç derecede utangaç ve içekapanık ilk çocukluk evresini yalnızlık hissiyle büyüyen hayalperest, maceraperest bir çocukluk izledi. O dönemde tattığım duyguların en sarsıcı olanı insan oluştu. Fantastik, masalsı bir şeydi insan. Acıklı bir masalın içinde oradan oraya koşuşturup ürün yetiştiriyor, savaşıyor, öldürüyor, onarıyor, secde ediyor, bir sürü şeyden keyif alıyor, yorgun düşüyordu. Giysileri içinde ölüyordu. Ölünüyordu. Yani dünya fantastik bir anlatıydı. Dünya fantastik ama dünya her şey değil. Her şey olmayan bu dünyada edebiyatın gerçekliğine inanıyor ve bu yüzden düşlemek istiyorum. Ayrıca edebiyat bir eğlence değil. Sanatsal değer gücümün ve biçimsel beğenimin sınırları bir eğlence gereksinimine yanıt vermeye yanaşmıyor. Bir edebiyat eserinin güzelliği hiçbir zaman kolay bir güzellik değildir. Leyla’da, eserin dışlaşma sürecindeki ve bitimindeki haz, hiçbir zaman yumuşak bir etki bırakmadı bende. Uyarıcı, tedirgin ediciydi. Demek ki imgenin oyunu eğlendirmeyip, aksine bir gerilim yaratıyor. Seyir, sanatsal değeri dayatıyor. Bu da tam bir düşünce yoğunluğu istiyor. Yani yalnızca haz veren duyguların yoğunluğunu arar ve çağrışımların keyfiliği ile yetinirsem yazık ki bir eserin doğumu gerçekleşmemiş olur; az çok hınçlı kırık değinilerdir ortaya çıkan.

Necip Tosun bey, Günümüz Öyküsü adlı eserinin size ayırdığı bölümünde, birinci kitabınızın düşünce, ikinci kitabınızın ise duygu ağırlıklı olduğunu söylüyor. Bugünlerde Leyla hakkında bir eleştiri yazısı yazmakta olan Mehmet Kahraman ise, üçüncü kitabınızın ise hayal ağırlıklı olduğunu söyledi bana. Katılır mısınız? Bu bir. Şu da iki: Bunu işin en başındayken tasarlamamış mıydınız?

zhasibekitÖncelikle, sevgili Necip Tosun’a “Günümüz Öyküsü”nde değerlendirdiği için çok teşekkürler. “Us Lekesi” için oldukça güçlü, işin zorluğunu kavrayan geniş bir tahlil yapmış. Hepsi öte dünyaya geçmiş on yedi erkeğin tarihî olması ve bir de filozoflar olması ister istemez aklın öne çıkmasını dayatacaktı. Ne var ki bu kitap bir kurmaca. Ve temel karakteristiğin zemininden bütünüyle akılsal, sezgisel motiflerden sökülüp kitaba girdiler. Aklın sıkı denetiminde bir dünya hayal, alegori, metafor, fantazya işte. “Leyla” için yaptığı değerlendirme ayrıca kıymetli. “Duygu” ağırlıklı diyor “Leyla” için ne güzel. Kitabın ruhuna uygun, derin. Öykülerini zevkle okuduğum arkadaşım Mehmet Kahraman’a “Heceöykü”de yayınladığı o kuşatıcı yazı için çok teşekkürler. “Leyla” hakkında “hayal” ağırlıklı diyor. Bu kelime yine sarıp sarmalıyor kitabı. Eser böylesine hoş okuyucusunun gözünden bambaşka yorumlarla çoğalıyor. Sıradaki taşıyıcı sözcüğe gelince, hiçbir zaman soyut bir birliği açıklamayı düşünmüyorum. Canlı, renkli bir çoklukla dolu metinleri seviyorum. Nous’u değil, nous’un çok renkli dünyasal belirlenimlerine dokunmayı düşlüyorum. İnsan ölümlü tabii. Ama gene de eser eskimez olsun istiyorsunuz. Yeni bir vücudun kendi doğumuna has algısı, titreşimleri, tartımı olacağını sezdiren insan merkezli öyküler gelecek gibi. Daha çok ritim, resim ve büyüye, derinlikli algılara ihtiyacım var gibi. Bunun dışında doğayla katiyen bir yarış amacı gütmediğimi belirteyim. Bundan korkmak gerek. Nitekim Goethe, “Sanat kendi derinliği ve genişliği içinde doğayla yarışmaya kalkışmaz. Doğal olayların yüzeyine bağlı kalır. Ama onun da kendi derinliği ve kendi gücü vardır. Bu yüzeysel olayların en üstün durumda olanlarını onlarda, bir yasalılığı, uyumlu bir bütünün yetkinliğini, güzelliğin doruğunu, duygunun yüksekliğini onaylayarak kristalleştirir” diye söylüyor.

Öykü değil de “mensure” yazmak istediğiniz, bir anlamda düzyazı şiir yazmak istediğinizi söylesem abartmış olur muyum?

Bir sorunuzun cevabı içinde bahsetmiştim; yazın sürecinde beni kavrayan şeylere bakarım daha çok. Bunun bir tür olarak ne olduğuyla pek ilgilenmem. Yazarken içimdeki derin karşıtlıkların farkına varmam için bu özgürlüğün beni bulması, sorumluluklardan çekip alması olmalıdır yazmak.

“Masalsı” olana çok fazla vurgu yapmak, anlattıklarımızı bu dünyadan tamamen soyutlamak, öykü türünü hayatın gerçekliğinden uzaklaştırıp insana ve hayata dokunmamıza engel olacak olumsuz bir durum yaratabilir mi? İlk öyküde yaptığınız gibi, masalsı olanı bir şekilde gerçek dünya ile buluşturmak mı gerekiyor? Bunlar benim zihnimde sorular sadece.

Dediğim gibi. İnsanın dünyadaki varlığı su katılmamış bir masal. Hem de epeyi hüzünlü. Novalis’e öykünerek bir de şu: ne kadar imgesel, o kadar gerçek.

Kelime seçiciliği içeren, zorlu ama has okuyucu için çok zevkli bir diliniz var. Pek bilinmeyen kelimeler kullanmakta ısrar ediyorsunuz. Bu dili geliştirmek için özel çabalarınız oluyor mu? Cahit Zarifoğlu’nun sözlük okuduğu söylenir. Bunun gibi?

Daha önceleri sözlük çalışmışlığım vardır. Şimdi yok. O eski kelimeler nasıl çıkıyor ben de şaşıyorum. Edebiyatın yanında felsefe, tarih, insan ve kültür antropolojisi, dinsel ve mitolojik metinler her zaman dikkatimi çekmiştir. Bir şey söylemeden geçmeyeyim: sese, kelimelere karşı aşırı bir duyarlık vardır bende. Çocuklukta da şimdi de. Yazarken kelimelerin tozu siliniyor sanki. Eskiler hatırlanıveriyor. Bu hatırlama bilinçdışıdır diyorum ben.  

Öykücü İsmail Özen’le konuşurken, imlaya akıl almaz önem verdiğini gördüm. Ben hiç İsmail Özen kadar önemsememiştim doğrusu imla ve noktalama meselesini. Bunlar bu tür söyleşilerde pek konuşulmaz. Biliyorum. Hâlbuki yazarların kendi aralarında, özel konuşmalarında bunlara değindikleri de olur. Sizin bazı cümlelere iki nokta ile başlamanız dikkatimi çekti. İmla ve noktalama konusunda özellikle titizlendiğiniz meseleler var mı?

Birincisi, iki nokta yalnızca bu kitaba belki de bu baskıya özel. Meydana geliş koşullarındaki eksiklikleri, yoksunlukları vurgulamak içindir. İkincisi biçimseldir. Bir önceki paragrafı başka bir nüansa bağlamak, bazen de ayırmak içindir.

Kitaba neden bu adı verdiniz?

Leyla’da çok fazla yara vardı.

Necip Tosun ve Mehmet Kahraman’a uyarsak: Düşünce, duygu hayal… Peki o zaman sırada ne var?

Doğa, şeylerin biçimlerini görmek, şeylerin nedenlerini öğrenmek sanatın tabiatında var. Bunlarsa anlıkta kaynaklandığı için anlaşılabilirdir. O halde akıl, sezgi, resimleme… Gönlünüzde yer ayırdığınız için teşekkürler…

Mahalle Mektebi 28, Mart Nisan 2016