Menu
ÖYKÜCÜLERLE YAKIN OKUMALAR 4: ALİ IŞIK
Söyleşi • ÖYKÜCÜLERLE YAKIN OKUMALAR 4: ALİ IŞIK

ÖYKÜCÜLERLE YAKIN OKUMALAR 4: ALİ IŞIK

ALİ IŞIK: “ÖYKÜ YAZMAK, KENDİNE DURACAK BİR YER BELİRLEMEYİ DE BERABERİNDE GETİRİYOR.”

-Ali Işık’ın edebiyata nasıl girdiği, kimlerle tanıştığı, hangi dergilerde yazdığı, neden öyküyü seçtiği, ilk kitabına gelene kadar yazma ve yayınlama anlamında yaşadıklarını merak ediyoruz öncelikle...

-İnsanın edebiyata nasıl ve ne zaman ilgi duymaya başladığını tespit edebilmesi oldukça zor olsa gerek. Öykü yazmaya Viyana’da çıkardığımız ‘Magrib’ dergisinde başladım. Dergide öykü yazacak kimse yoktu. Arkadaşların ısrarıyla öykü işi bana kaldı. Ben de o zamana kadar yazdıklarımın öyküye benzer metinler olduğunu o günlerde anladım. Magrib on sayı çıktı. İlk sayısı hariç her sayısında öykü yazdım. Öyküye yaklaştıkça kafamdaki gürültünün söndüğünü hissediyordum. Öykü yazmak, kendine duracak bir yer belirlemeyi de beraberinde getiriyor. Yaşamak istediğiniz gibi yazıyorsunuz bir süre. Sonra yazdığınız gibi yaşamaya başlıyorsunuz.

Edebiyatın, daha çok hem okuma hem de yazma bağlamında bana katacağı değeriyle ilgileniyorum diyebilirim. Edebiyat kendimi deşmede, anlamada ve keşfetmede tutunduğum dallardan biri oldu. Öyküyle vakit geçirdiğim zamanlar müthiş derecede kendi kendimle olabiliyorum.

Tatillerde Balıkesir’e gelip gittiğimde Cemal Şakar ile tanıştım. Öykülerimi gönderdim. Bir kaç kez Mustafa Kutlu’ya gittim. Viyana’ya Hüseyin Su geldi. Uzun uzun öykü üzerine konuştuk. Türkiye’ye döndüğümde işim gereği Ankara’ya yerleşmek zorunda kaldım. Hece’ye dolayısıyla Hüseyin Su’ya gittim. Hece o vakitler sığınak gibiydi benim için. Sık sık İstanbul’a gitmeye çalışıyorum. Orada da Cemal Şakar ve diğer arkadaşlar var. Bekleme Salonu’ndaki öykülerin bir kısmı Heceöykü’de bir kısmı da Dergâh’ta yayımlandı. Sonra öykülerimi Melâmet dergisinde yazdım. Öykü benim yazabileceğim tek türmüş desem abartmış olmam herhalde. Öykü büyük, iddialı laflara gerek duymayan bir tür. Kendi halinde. Yaşadığınız gibi yazıyorsunuz. Yazma sürecinizi yaşayarak belirliyorsunuz bir bakıma.

zali2-Viyana’da okuduğunuzu öğreniyoruz kitabınızdaki özgeçmişinizden. Viyana’da okumak nasıl bir şeydir? Viyana’da bir Müslüman nasıl yaşar? Hayat nasıl akıp gider? Benim bu kentte sadece bir gün kaldığım ve doğrusu kadim şehrin sokaklarında büyük bir hayranlıkla dolaştığım vakidir… Viyana sizi etkilemedi mi? J Viyana öykülerinizde neden yok?

-Viyana’da okumak benim için bilinçli bir tercih değildi. Biraz zorunluluktan oldu. Üniversiteyi İstanbul’da okumak isterdim ama Viyana nasip oldu. Ezansız bir şehirde bir Müslüman nasıl yaşarsa öyle yaşadım. Geçici olarak. İşimi bitirip ayrılmak üzere. Öyle de oldu çok şükür. Viyana’nın bir kimseyi etkilememesi mümkün değil. Büyüleyici bir şehir. Öyküsü olan bir şehir. Hayat durgundur Viyana’da. Hiçbir şeyin acelesi yoktur. Zaman sizden bağımsız akar. Rastgele daldığınız sokaklarında sürprizler bitmez. Şehrin söyleyecek çok şeyi vardır. Ama ne söyleyeceğini kendisi belirler. Ağzından laf almak zordur yani. Viyana bugüne kadar yazdığım öykülerin atmosferine denk düşmedi nedense. Viyana’yı ilk kitabımda girmek istemedim. Ama bu hiç yazmayacağım anlamına gelmiyor. İnşallah nasip olur. Orada çok uzun öyküler yaşadım çünkü. Çok öyküler gördüm, dinledim. Peşinden yürüdüm. Soğumasını bekliyorum. Bir de ilk kitabımda Bursa, İstanbul, Şam, Travnik olsun istedim. Okurun karşısına ilk kitapta Viyana ile çıkmak istemedim.

-Ali Işık’ın yeniden yeniden okunmayı isteyeceğimiz türden, ilk okunuşta kolayca künhüne erilemeyecek bir öykü dili var. Siz dünya öyküsünden ve bizim öykücülüğümüzden kimleri okuyarak bu ilk kitaba ulaştınız? Yazdıklarınızı gizemli kılmanız, kılabilmeniz nasıl açıklanabilir?

-Yazdıklarımı özellikle gizemli kılmak gibi bir derde büründüğümü söyleyemem. Ama elbette her yazar gibi ben de yazdıklarımın okur tarafından ikinci kez okunmasını isterim. Bir kez okunup kenara bırakılan metinden bol ne var yaşadığımız çağda. İkinci kez (aslında daha da fazla) okunur muyum bilemiyorum ama yazarken bu durumu aklımda tutuyorum. Ortalıkta kâğıttan oluşmuş bir çöp yığını var. Okunup atılan. Oradan uzaklaşmaya çalışıyorum.

Ben öykü okurken o öykünün içinde olmak isterim. Yani yazarın bana bir şeyler bırakmasını, her şeyi ortalığa dökmemesini isterim. Yazarken de buna dikkat etmeye çalışıyorum. Bazı öyküleri döner döner okurum. Bunlar sanırım katmanlı dediğim cinsten öyküler. Bu öyküler her okura göre de değişebilir. Biraz tat meselesi. Ramazan Dikmen’i, Hüseyin Su’yu, Tomris Uyar’ı ve Cemal Şakar’ı tekrar tekrar okurum. Dünya edebiyatından KatherineMansfield, Vladimir Nabokov, İtaloCalvino, Virginia Woolf, Dostoyevski, Tolstoy ve Borges’i okurum. Gizemli öykünün peşinde değilim ama katmanlı öyküyü önemsiyorum. Ucu açık, okurun da katkı sağlayacağı öyküleri.

-“Leke” öyküsünde Eşref beyin müdür olmak istemesi ve yaşadığı hayal kırıklığı okurda bir iz bırakacak şekilde anlatılıyor. İnsanın hırs içinde dünyaya kapılışı… “Bekleme Salonu” ise bir ölümün, gene okurun hafızasından silinmeyecek bir biçimde aktarımı… Bunlarda gözlemin, deneyimin, yaşanmışlığın etkisi var mı? İyi bir öyküyü neye, nelere borçluyuz?

zali3-İyi bir öyküyü nelere borçluyuz tam kestiremiyorum. Siz de takdir edersiniz ki bunun bir formülü yok. Gözlemin, deneyimin, yaşanmışlığın etkisi elbette vardır. Hırs herkesi ilgilendiren bir meseledir. Bu mesele ben de “Leke” öyküsünde zuhur etti. Böyle bir mesele bana kendini yazdırmak istediğinde Eşref Bey yoktu. Hırstan yola çıkarak başladım. “Bekleme Salonu” ise yaşanmışlığın etkisinin yüksek olduğu bir öykü. Dedem ölmüştü. Direndim ama yazmadan edemedim. Şu an zihnimde yazmak istediğim meseleler var ama ne zaman ve nasıl yazarım onu ben de bilmiyorum. Akışına bırakmak da sağlıklı oluyor. İyi bir öyküyü sanırım iyi öyküler okumaya ve etrafımızda akıp giden iyi öyküleri fark etmeye borçluyuz. Genç arkadaşlardan çok iyi öykücüler var. Merakla öyküsünü beklediğim arkadaş var.

-Yazı’nın -ve yazın’ın elbette- bir eylem olduğunu düşünüyor musunuz? İki öykünüzde İslam coğrafyasında akan kan anlatılıyor. Bunları öyküleştirmek, Müslüman kardeşlerimiz için –nispeten de olsa- bir şeyler yapmışlık duygusu yaratıyor mu sizde?

-Elbette eylem olduğunu düşünüyorum. Yazı ve yazın bir eylem değilse nedir? Bir eylem olduğunu düşünmezsek kalem oynatmaya değer mi? Yazdıklarımızın bir sorumluluğu var. Bu sorumluluğa girmeye değer mi? Bence değmez.

Evet, öykülerimin birinde İslam coğrafyasında akan kanı anlatıyorum kendimce. Zevki için Müslüman öldürmeye gelen bir batılıyı ve içerideki işbirlikçisini anlatıyorum. Diğerinde Bosna savaşında şehit olan ve Travnik’e defnedilmiş bir şehidi anlatıyorum. Öykü yazmakla Müslüman kardeşlerimiz için bir şey yapmış oluyor muyum onu bilemiyorum. Ama ben zihnimde dönüp duran meseleleri yazmaya gayret ediyorum. Zihninin meşgul olduğu meseleleri yazı masasına otururken bir kenara bırakıp kuşlardan böceklerden yani uzlaşılmış alanda top çevirmekten ibaret görmüyorum edebiyatı. Neyi yaşıyorsam onu yazmaya çabalıyorum. Mesela şu an ülkemizde muhacir kardeşlerimiz var. Onları yazmamak mümkün mü?

-Öykülerinizde Anadolu köyleri, kasabaları daha çok ön planda… Otobiyografik bir tarafı var mı bu yaklaşımınızın? Bir de, yaşadığımız çağda köy ve kasaba hala var mı? Modern insanın açmazlarını, sorunlarını anlatmak isteyen bir yazar için Anadolu taşrasını seçmesi bir engel midir?

Benim çocukluğum köyde geçti çok şükür. Annem babam köyde yaşıyorlar ve ben fırsat buldukça orada olmaya çalışıyorum. Köy ve kasaba yaşantısının yazdığım metinlere sirayet etmesi çok doğal. Bir de öykünün mekânı biraz kasaba gibi geliyor bana. Kentte de geçse bir kasaba havasına ihtiyacı var öykünün.

Modern insanın açmazlarını anlatan yazarlar çözümlerini hep köye, kasabaya ve tabiata yasladılar. Katılmamak mümkün değil. Modern hastalıkların bunalımların hatırı sayılır bir kısmı tabiata uzaklıktan kaynaklandığını herkes kabul ediyor. Ama yaşadığımız reel bir dünya var ve bu dünyada insanlar bunalımda da olsa şehirlerde yaşıyor. Dolayısıyla modern insanın açmazlarını, sorunlarını anlatmak isteyen bir yazar için Anadolu taşrasını seçmesi bana biraz kaçak güreşmek gibi de geliyor. İnsanı merkeze alan öykünün merkezi yine insanın nerede olduğudur. Dolayısıyla şehirleri öykünün dışında bırakmak bana pek sağlıklı gelmiyor. Bir de öykünün nereden sesleneceğine biraz da kendisi karar veriyor.

zali1-Sosyal medyayla aranız nasıl? Sosyal medya bir öykücünün dünyasında neleri değiştirdi? Sosyal medyanın hayatımıza girmesi insan olarak ve edebiyatçı olarak sizin dünyanızda ne gibi değişikliklere sebep oldu? Ayrıca son olarak: Tezgâhta neler var?

-Sosyal medyaya hiç bulaşmayanlara çok imreniyorum. Yararı ve zararı meselesini tartışmak benim boyumu aşar. Ben güzel tarafından bakıyorum. Sosyal medyadan çok şeyi, çok çabuk öğreniyoruz. Öğrendiklerimizi aynı çabuklukta unutuyoruz. Bir öykücünün gözlemlerine mutlaka katkısı olacağını düşünüyorum. Yaşadığımız çağın ruhunu görmek mümkün orada. Sosyal medyanın hayatımıza girmesi ile her şeyden daha hızlı haber alıyoruz. Gündem hızlı değişiyor. Ama hepimiz bu hızdan korkuyoruz. Sosyal medyanın çöplük olduğunu unutmadıktan sonra orada olmanın çok da sorun olduğunu düşünmüyorum. İkinci öykü kitabımı bitirdim sayılır. Son düzlükteyim.