Menu
İÇ İÇE ZAMANLAR
Öykü • İÇ İÇE ZAMANLAR

İÇ İÇE ZAMANLAR

Yağmur dinmişti. Sinan, evlerinin doğrudan caddeye açılan kapısının, üç basamaklı merdiveninde oturuyordu. Burada oturmak daha iyiydi. İçerde, romatizmaları azan babaannesinin iniltilerine dayanamıyordu. Neyse ki gök gürültüsü yoktu. İnsanlar nasıl da hazırlıksız yakalanmıştı yaz yağmuruna. Kaçışıp durmuşlardı. Şimdi siyah bulutlar kaybolmuş, güneşin yeniden yüzünü göstermesiyle ortalığı göz alan bir parlaklık kaplamıştı. Cadde pırıl pırıldı.

Merdivende otururken boş durmamış, yanında getirdiği kâğıtlardan, gemiler katlamıştı. Her yağmurdan sonra, kaldırımın kenarında bir akıntı oluşurdu ya; katladığı gemileri buradan suya bırakacaktı.

Yağmur, havayı serinletmişti. Oturduğu beton merdivende üşüdüğünü hissetti. Arkasına baktı. Şimdi, girip çıkarken açmakta zorlandığı ağır ahşap kapı gıcırtıyla açılacak, sarı saçlarıyla bir baş uzanacak, “haydi artık, üşüdün; içeriye gir” diyecek. Bekledi, bekledi… Bu ihtimal aklına ilk geldiğinde duyduğu heyecan hemen gelip geçiverdi. Yine de yüreğine bir ılıklık doluvermişti işte. Saçlarının arasında müşfik bir sıcaklık gezinmişti sanki.

Karşı kaldırımda annesinin elini sımsıkı kavramış bir kız çocuğu geçiyordu. Yokuş aşağı hızlı hızlı gidiyorlardı. Arkalarından bakarken, dedesinin, evlerinin karşısındaki berber dükkânına kaydı gözü. Hemen her öğlen evden çıkıp dikkatlice karşıya geçer, dedesini çağırırdı. Annesi yemek hazırlamış olurdu. Dedesi ile birlikte yerlerdi. Onların evleri yokuşun aşağısındaydı. Babası ile evlenene kadar annesi getirirmiş dedesinin yemeklerini. Babasıyla da öyle tanışmışlar zaten.

Öğlen yemek hazırlayamamıştı babaannesi. Kalkamamıştı. “Romatizmalarım azdı yine” demişti. Birkaç bisküvi yiyebilmişti sadece. Acıkmıştı. Arkasına baktı yeniden. Ağır kapı yine açılmadı. Ev büyük bir sessizlik içindeydi. Yavaş yavaş alışıyordu annesinin yokluğuna ama kolay olmuyordu. Bazen annesinin yatak odasına girince bir koku duyardı. Bir an gelip geçiveren bir koku… Komodinin üzerindeki resme bakardı hemen. O da tam böyle kokardı. Ilık ılık.. baygın baygın.. başı dönerdi... Sonra git git azalmıştı koku. Artık elbiseleri, başörtüleri bile eskisi gibi kokmuyordu. Boşluk büyüyordu aralıksız.

Evin sessizliği büyüyordu. Bazen oturduğu yerden saatlerce kalkmadığı olurdu. Çıt çıkarmadan otururdu. Ses çıkarırsa bir şeyler bozulacak ve artık hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak gibi gelirdi ona. Bir gün; üst katta ayak sesleri işitmişti. Bir odadan diğerine, nazikçe yürüyen birinin ayak sesleri. Ahşabın gıcırtıları, annesinin çıkardığı seslere benziyordu. Fırlamıştı oturduğu yerden. Nefes nefese çıkmıştı merdivenleri. Yüreği ağzında, burnunda aynı koku…

Merdivenin başında ağlarken babası gelmişti. Tırabzana başını yaslamış, evin içinde kalan en son kokuları yakalamak ister gibi derin derin nefes alırken. Bundan sonra her duyduğu kokuda annesini arayacaktı. Onun kokusuna benziyorsa güzel, benzemiyorsa çirkin bulacaktı.

Yağmur dinmişti. Kaldırımın kenarında akıntının belli belirsiz şırıltısı… Az önceki serinlik yerini sıcağa bırakmıştı. Ne çok gemi katlamıştı. Yüzdürmeliydi artık. Akıntı kesilmeden…

Gemilerini aldı. Kaldırımın kenarına oturdu. Birer birer salmaya başladı. Kağıt gemiler büyük bir hızla yokuş aşağı kayıyordu. Az sonra, ya bir mazgalın ağzında, ya da denizde son bulacaktı yolculukları. Sinan bunu biliyordu. Bir gün babasıyla giderken, aşağıda, mazgalın ağzında birkaç gün önce suya bıraktığı gemileri görmüştü. Bozulmuş; çamura batmış... Ama olsun. Şu, suya bırakıldıklarında hızla yalpalayarak gidişleri yok mu? Sinan, suya bıraktığı her gemiye, annesizliğini de yüklüyordu. Çocukluğunun bütün özlemlerini, artık yakasını bıraksınlar diye gemilere dolduruyordu. Yoksa o böyle yaptıkça artıyor muydu özlemleri? Bazen, kafası ne çok karışıyordu! Yükledikleri, gemilere ağır gelirdi bazen. Bazıları daha iki kulaç gitmeden alabora olur, batardı. İşte o zaman, annesinin sadece rüyalarında geleceğini anlardı. Pırıl pırıl sarışın rüyalar… Bir de kokusunu duyabilseydi… Annesinin sarı saçlarını okşarken yayılan, başını döndüren kokusunu…

Son gemiyi de bıraktığında, akıntının üzerinde beyaz bir çizgi oluştu. Kıpır kıpır uzayan bir çizgi. Dedesi berber dükkânından izliyordu onu. Aşağıda manav Rıza, gemiler önünden geçerken hazırola geçti, bir de asker selamı çaktı. Sonra da el salladı Sinan’a.

Hüzün, çocukları ne çabuk büyütüyordu. Hüzün çocukları, ne çabuk büyüyordu… Birden büyüdüğünü hissetti Sinan.

Kapıya baktı. Üst kat pencerelerine baktı. Caddenin aşağısına, yukarısına baktı. Okuyamadığı tabelalara baktı. Gemiler çoktan gözden kaybolmuştu.

Karnı acıkmıştı. Babaannesi kalkmış olsa çağırırdı. Babası gelir mi, geliyor mu diye caddenin aşağısına baktı.

O yeniden merdivene oturduğunda, babası köşeyi dönmüştü.

***

Mustafa, evlerinin bulunduğu caddeye her girdiğinde, yokuşu tırmanmaya başlamadan önce, şöyle bir bakar aşağıdan yukarıya. Evlere, dükkânlara, insanlara, kedilere… Çocukluğu, tepeden denize inen, parke taş döşeli bu caddede geçmişti. Bütün sevinçleri, hüzünleri, acıları burada yaşamıştı. İşte şu yokuşun yukarısındaki evde doğmuştu. Burada evlenmiş, Sinan burada doğmuştu. Bütün bu insanları tanırdı. Bütün mahalleli merakla beklemişlerdi Sinan’ın doğumunu. Sonra bir gün, sabaha karşı gelivermişti. Kandil günlerinin, Ramazan akşamlarının tatlı ve neşeli telaşı sarıvermişti mahalleyi. Evlerinin yanına yeni taşınanlar şaşırmıştı, ne çok akrabanız var demişlerdi.

Yokuşu tırmanmaya başladığında, Sinan’ın gemileri de denize doğru yüzüyordu. Sadece birkaçı yarı yolda kalmıştı. Gemileri gördüğünde, Sinan’ın kapıda kendisini beklediğini anlamıştı. İşte bunu bilmek, içinde henüz küllenmemiş bir ateşi harlatmıştı.

Şimdi kapı önünde, Sinan’ın elinden tutmuş olsaydı. Sinan, kendisinin geldiğini söylediği halde, bilinçsiz bir baş kayması ile fark ediyormuş gibi yaparak, şöyle yandan bir bakış atsaydı… Başörtüsünün kenarlarından firar etmiş birkaç tel… İkindi güneşinde sarıdan kızıla dönüşen gamzeler…

Yatağın hep aynı tarafında yatıyordu uzun zamandır. Diğer tarafa hiç geçmiyor, yaklaşmıyordu. Sanki bir uçurum vardı orda, derin bir kuyu… Düşmekten korktuğu… Boşluk… Büyüyen bir boşluk… Gecenin bir vakti kolunu o tarafa attığında; sırtı dönük de olsa, yanında bir baş daha olsaydı. Sarı saçları yastığa şırıl şırıl akmış…

Her öğlen, berber babasına yemek getirmesini beklediği günler… Kaçamak bakışlar… Mektuplar… Evlilik… Sinan… Sonra zor günler… Altı ay önce…

Manav Rıza’nın önüne gelmişti. Selam verdi. Bir karpuz istedi. “Otur bir çay iç” dedi Rıza. İkindi namazını kılmadığını söyledi Mustafa. İzin istedi. Hayırlı işler diledi. “Eyvallah” dedi Rıza. Bu ‘eyvallah’ sadece hayırlı işler dilemeye karşılık bir ‘eyvallah’ değildi. Bu, dile gelip de söylenemeyenler için, bütün teselliler için, elden gelmeyen her şey için söylenmiş bir ‘eyvallah’tı.

Alışacaktı, mecburdu. Hem kendisi, hem de Sinan. Alışmalıydılar. Yoksa hiçbir zaman bu günü yaşayamazlardı. Hep dünün güzel günlerini, yarınlara aktarmaya çabalarlardı. Bu günleri de heba olurdu, yarınları da… Mustafa farkındaydı. Sadece; içinde bir boşluk durmadan büyüyordu. Git git ritim kazanan boşluğu aşma gayreti: “Hak! Hak!”

Sinan’ın annesinden aldığı gamzeleri bir süre daha görünmeyecekti. Sonra zaman merhemi bütün yaralara iyi gelecekti. Sadece bir kıymık yadigâr kalacaktı; her anımsayışta batıveren bir kıymık…

Ve…

Sinan, hep annesinin apansız gidiverdiği yaşta kalacaktı…

Mustafa, Sinan’ın doğduğu yaşta…

AKİF

Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi.  Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)  

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları