Menu
KEBÎKEÇ
Öykü • KEBÎKEÇ

KEBÎKEÇ

“Kaleme ant olsun…” dedi bir ses. Yaşlı adam, bomboş ve dar bir koridorun ortasında tek başına ayakta dikiliyordu. Koridorun sonunda ufacık bir ışık huzmesi vardı. Ürpertici sesin hırıltılı bir şekilde soluduğunu duyuyordu. Koridorda onlarca kapı vardı ve sesin bunlardan birinin ardından geldiğini düşündü. Sarımtırak loş bir ışık daha belirdi tavanda. Hastalık sarısı bir renk. "Ve satır satır yazdıklarına…” diye devam etti ses. İhtiyarı tamamen etkisi altına alan bir tonlamayla, gür bir sesle vurgulamıştı son kelimeyi. Sol tarafındaki kapıdan geliyor olmalıydı. Kapıyı yavaşça açtı. Bir hırsız gibi itinayla hareket etse de kapı inanılmaz bir gürültüyle gıcırdadı. Boş koridorda yankılanarak iç gıcıklatan bir sesle açıldı. İçeride, beyaz bir yatakta, ameliyat önlüğü giymiş bir çocuk yatıyordu. Zayıf, ince yüzlü bir çocuk. Acı çektiği her hâlinden belliydi. “Neyin var küçük?” dedi. Çocuk bakışlarını bacağına yöneltti. Ona doğru birkaç adım attı; ama içinde büyük bir sıkıntı vardı. Bir şeyler mengene gibi buruyordu ciğerini. Yine de bedeninin kontrolü kendisinde değilmiş gibi battaniyeyi kaldırıp çocuğun bacağına baktı. Dizindeki sargıyı göstererek “Acıyor mu?” diye sordu. Çocuk dalgın bir ifadeyle başını iki yana salladı. Korktuğu için söyleyemiyor diye düşündü. Bu yara acımayacak gibi miydi? Beyaz sargıda kan lekesine benzer bir iz vardı. Kurumuş, kahverengiye dönmüş, biraz da irinli bir leke… Sargıyı yavaşça çözmeye başladı. Pek iyi sarılmış gibi durmuyordu; ama çektikçe gerisi geliyordu sargının. Kaç kat doladıkları belli değildi. Çözdükçe çözüyordu. Terlemeye başladı. Sesin sahibi ensesinde bitiverecekmiş gibi tetikteydi. Sargının sonu hâlâ gelmemişti. Parmaklarının titrediğini hissetti. Bu işi yarıda bırakıp o sesi bulmalıydı. Fakat bedeni bir başkası tarafından zapturapt altına alınmış gibiydi. Sonunda en içteki katına gelmişti sargının. Yaradan gelen ifrazat, bezi yapıştırmış, kendine vakumlamıştı adeta. Çocuğun canı yanmasın diye hafifçe kaldırdı bezi. Et, sıcakta eriyen sakız gibi yapışmıştı sargıya. Kan emici bir sülük gibi bırakmıyordu. Biraz canını yakarak çekti son parçayı. Ortalığa dehşet bir koku yayılmış, odadaki ilaç kokusuyla birleşmişti. Adamın midesi kalktı hemen. Burnunu kapatmak istedi, ama ellerini hareket ettiremiyordu. Yaraya bakıyordu, istese de kafasını başka yöne çeviremiyordu. O ses, odaya girecek diye korkuyordu. Çocuğun diz kapağı, yaranın içinden belli belirsiz bir beyazlıkta görünüyordu. En dış halkanın morluğundan, içeri doğru koyulaşan nemli, yarı akışkan bir kabuk, karararak diz kapağına bağlanıyordu. En korkuncu ise yarada küçük solucanlar peyda olmuştu. Kıvıl kıvıl hareketli, yılan gibi çöreklenmeye çalışan kurtçuklar… Tam o anda adamı yerinden zıplatan ses duyuldu: “Vakti gelmedi mi?” Bu soruyu soran ağız tam adamın arkasında, kulağının dibindeydi sanki. Adamın dönüp bakacak cesareti yoktu. Fakat ne demek istediğini anlamıştı. Yatağa dayalı duran baltayı kavradı. Çocuk, başını mekik dokur gibi sallamaya başlamıştı. Konuşmasını bekledi. Yalvarsa, belki vazgeçecekti. Çocuk korkudan küçük dilini yutmuş olabilirdi. İkisi de kan ter içinde kalmıştı. Baltayı havaya kaldırıp çocuğun bacağına nişan aldı. Yaradaki kurtçuklardan biri debelenerek büyüyordu sanki. Başındaki iki iri, kahverengi göz belirginleşmeye başladı. Oltaya takılmış balık gibi tepiniyordu. Ve adam baltayı sertçe indirdi…

II

Ertesi gün, her zamanki gibi erkenden açtı sahaf dükkânını. Kepengi kaldırıp ahşap kapıyı açmasıyla güneş ışığı altında savrulan toz kümeleri gözüne çarptı. Dükkân rengini kaybetmişti sanki. Yılların verdiği esriklik, yaşlı bir adamın çürük ve seyrek dişleriyle dolu bir ağız gibi kovuklaştırmıştı burayı. Rafları düzenleyecek takati kalmamıştı pek. Dükkânın her yanına dağılmış “eski” kokan sararmış kitaplar, atıl ve düzensizdiler. Adam biraz çay demledi. Alnının kırışıklarına binlerce düşünce ve vesvese gizlenmişti. Yaptığı her hareket şuurunun perdeler arkasında gömüldüğüne dalalet eden ağırlıktaydı. Kâğıt, kalem alıp masasının başına geçti. Dalgın dalgın bir şeyler karalıyordu.

“Sabah şeriflerin hayır olsun mu?”

“Olsun bakalım.”

“Hiç sesin soluğun çıkmıyor. Tıkıldın kaldın buraya. Neler yapıyorsun merak ettim. Bir ziyaret edeyim dedim.”

“İyi etmişsin Ragıp Bey, gel otur, çay demledim.”

“Senin çayın da pek güzel olur” dedi. Bir bardak kapıp oturdu yanına. Önündeki kalem, kâğıdı görünce yüz ifadesi değişti.

“Yoksa yazmaya mı başladın sen yine?” diye sözünü sakınmadan girdi konuya. Sesinde hissedilir bir öfke vardı.

“Öyle olacaktı da sen gelince başlayamadım.”

“Aklını mı oynattın sen? Yazmayacaksın demedik mi sana? Hem nerden çıktı durup dururken şimdi? Onca yıl geçti. Vazgeçmedin mi hâlâ?”

“Vakti gelmedi mi?” dedi. Sanki bu soru kendi ağzından çıkmamış gibiydi.

“Ne sayıklıyorsun sen Allah aşkına? Yoksa… Yoksa sen yine o kâbusları mı görmeye başladın? O ıstıraplı günleri ne çabuk unuttun!” Adam cevap vermedi. Umursamaz bir tavırla tabakasını çıkarıp bir tütün sarmaya koyuldu. Ragıp devam etti:

“Bak rica ediyorum o günlere dönmeyelim yine. Bırak bu işleri. Sinirlerin çok yıpranmış. Yerinden kalkmayıp istirahat etmen ve iyi beslenmen lazım.” Lafını kesti:

“Ragıp Bey bunları konuştuk. Herkes kendi hâlinden memnun.”

“Biliyorum bunları konuştuğumuzu. O zaman yazmak nedir? Tehlikeli diyorum. Bu işin vahametini daha önce tecrübelerle idrak ettin sanıyorum.”

Adam, ihtiyar sesinin yettiğince “çık” diye bağırdı. “Gidiniz, sizi görmek istemiyorum.” Ragıp Bey isterikli bakışlarla çıktı ve gözden kayboldu.

III

Adamın gözleri kitaptaki raflardan birine dalmış gitmişti. Kitabın ötesine geçiyordu bakışları. “O da neler çektiğimi bilmiyor” diye mırıldandı. Bir şeyler yazmak için tekrar masasının başına geçti. Kapıda bir siluet belirdi. Hızlıca içeri girdi; fakat adım attığı bile belli olmuyor, su gibi akarak ilerliyordu. Adam bu ela gözlü, kumral saçlı kızı tanıdı. “Geldin mi?” dedi tebessüm ederek.

“Geldim” dedi. Gencecik bir kızdı. Diri göğüsleri elbisesine sığmıyor gibiydi.

“Hoş geldin Nüzhet.”

“Hoş bulduk; ama çok kalmayacağım.” Yine su gibi ilerleyip adamın yanındaki tabureye oturdu.

“Almanya’ya gidiyorum. Biliyorsun evleniyorum.”

“Biliyorum” dedi. Üzüntüsünü belli etmek istemiyordu; ama Almanya’ya gideceğini öğrenir öğrenmez başı öne eğilmişti. Belki de çoktan anlaşılmıştı bu havadise üzüldüğü. Kafasını başka şeye taktığını ispatlamak ve konuyu değiştirmek için:

“Ragıp geldi bugün. Canımı sıktı yine.”

“Sen ona ne bakıyorsun.”

“Aldırmıyorum zaten. Neler çektiğimi bilmiyor. O kendimi yiyip bitirdiğim günlerde doktorların veremediği şifayı, teselliyi, nerede ve nasıl bulduğumu anlayamıyor.

“Boş ver sen onu. Bacağın nasıl oldu?”

Masadan biraz geri çekilip bacağını gösterdi: “Kestiler.” Nüzhet taburesini yanına çekip elini yarım bacağın üzerine koydu. Dirseği de onun koluna değiyor, adamın içini bir hoş ediyordu. Hiçbir şey söylemeden öyle sessizce beklediler. “Çok güzel” diye düşündü adam. Sanki bir mıknatıs, daha da kısaltıyordu ikisi arasındaki mesafeyi. Konuşmaya gerek yoktu. Sonra doğrulup kayar gibi kapıya gitti kız: “Vakti gelmedi mi?” dedi.

“Geldi…” Vakti gelmişti.

“Paşa babanıza selamlarımı söyleyin” dedi adam. Nüzhet rüzgâra kapılan bir alev gibi çıktı gitti. Büyük bir sessizlik oldu. Son umudu da gitmişti. Bu derunî sessizliği doldurmak için etrafa kulak verdi. Neredeyse hiç ses yoktu. İdrakinin varlığını sadece kalp atışlarından anlayabiliyordu. Bir takım böcek hışırtıları duyar gibi oldu. Çerçeveden ya da kapı altından ıslıklarla bir rüzgâr giriyordu içeriye. Islık, uğultuya dönüşüyordu adamın kafasında. İnsanı sarsan bakışlarını masasından ayırmıyordu. Saatlerce böyle bekledi…

IV

“Kaleme ant olsun…” yine aynı ürpertici ses… “Ve satır satır yazdıklarına” diye tamamladı adam mekanik bir sesle. “Biliyorum buradasın. Bu sefer işi şansa bırakmayacağım. Ragıp Bey seni duyduğuma inanmıyor. İhtişamını haykıracağım herkese. Beni koru ve kolla. Ellerim sanki benim değil. Eserime halel gelmesin. Onu yüzyıllarca ilk günkü tazeliğinde tut. Bana yardım et.”

Raflardaki kitaplar sallanmaya başladı. Ortalık kararıyordu. Bir fikir gibi soyutlanmış hissediyordu kendini; ama mutluydu, yazıyordu. İçinde kirli bir mutluluk vardı. Ürperen bir sevinç. İşkenceli bir tebessüm gibi… İşte tam da bunu yazmalıydı. “Yalnız değilsiniz dostlarım…” dedi. Önündeki sayfaya hızlıca bir şeyler yazmaya başladı. Saatlerce beklemişti ve vakti gelmişti. Hiçbir şey duymuyordu. Dünyanın en sessiz çölünün ortasında yapayalnız kalmış bir adam gibiydi. İçindeki uğultular, lav gibi akıp giden sıvı seslerine benzer hışırtılar kabarmaya başlamıştı. Yavaş yavaş yükselen bir taşkına teslim ediyordu sanki aklını. Sesin sahibi her an bir yerlerden çıkıverecek gibiydi. Etrafına bakmak istemiyordu. Başını kaldırırsa onu görebilirdi. Görüntüler de değişmeye başladı. Kitaplar raflardan dökülmeye devam ediyordu. Dükkân vitrininin ardına tuğla gibi diziliyorlardı. İçeride birkaç ince ışık huzmesinden başka aydınlık yoktu. Bir de çaydanlığı fokurdatan kısık ateş…

Yine o sesi duydu. Rafların arkasından geliyordu. Hayır, hayır tavandan geliyordu. Zeminden de olabilirdi. Omzunun üzerinde kıvrılan bir kurtçuğun varlığını hissetti. Kendini kalınlaştırıp incelterek kulağına doğru ilerliyordu kurtçuk. Adam kurtçuğun kımıldanmalarını hissetti beyninde. Elini hareket ettiremiyordu. Bir şeyler yazıyordu. Raflardan biri yere düştü. Açılan duvarın sıvası dökülmeye, küçük bir çatlak oluşmaya başlamıştı. O geliyordu. Çatlağın içinden büyüyerek gelen başını görebiliyordu. Gözleri masasına sabitlenmiş olsa bile her hareketi ayan beyan görebiliyordu. Dili, damağı kurumuştu. Sanki ağzında bir avuç kızgın kum vardı.

*

Dükkâna tesadüfen gelen bir müşteri fark etti olayı. Hemen ambulansı aradı. Gördüğü manzara korkunçtan öteydi. Ortalık hercümerç olmuş, bütün kitap rafları yıkılmış, sayfalar birbirine girmişti. O karmaşa içinde adamı fark etmesi biraz zaman almıştı. Ocağın üstündeki çaydanlık kararmış, kömür olmuştu kısık ateşte. Söndürmek için yöneldiğinde fark etti o şeyi. “O insanı” diyemiyordu. Adam, kurumuş bir yaprak gibi sararmıştı. Yüzündeki damarlar koyulaşmış, kafa derisi sanki geriye çekilmişti. Sargılarından kurtulmuş bir mumya kadar çirkin ve kuru bir yüze bakıyordu. Doktor “hipernatremik dehidratasyon” diyecekti hastanede. Demek ki günlerce susuz kalmıştı. Suratını metal mandallarla germişlerdi sanki. Morarmış ve çatlamış dudakları arasında sonsuzluğa uzanan bir karanlık... Çenesi büyümüş, kemikleri kalınlaşmış gibiydi. Gözleri, çukurlarının içinde kaybolmuştu. Önce bir cesede baktığını zannetti; ancak parmakları hareket ediyordu ve önündeki sayfayı karalıyor gibiydi. Kâğıdın üzerinde anlamsız şekiller vardı; fakat yere dağılmış binlerce sayfaya baktığında karalamanın yarım kalmış bir kelime olduğunu anladı. Cesetleşen adamın etrafında yığılan öbek öbek sayfalar bir kum fırtınası sonrasını andırıyordu. O da dizlerine kadar bu sarı sayfalara batmıştı. Masa ve zemin, kâğıttan bir selin altında kalmıştı. Yapraklardan birini eline alıp baktığında “Ya Kebîkec” yazdığını gördü. Başka bir yaprak daha çekti. Onda da aynı yazı vardı. Bir tane daha… Binlerce sayfayı bu yazıyla doldurmuştu. Önünde karaladığı son yaprakta “kef” harfine kadar gelmiş, gerisini anlamsız çiziktirmelere bırakmıştı.