Menu
'NASILSA HER YENİLGİ HAİN BİR KARDEŞTİR'
Öykü • 'NASILSA HER YENİLGİ HAİN BİR KARDEŞTİR'

'NASILSA HER YENİLGİ HAİN BİR KARDEŞTİR'

‘’Mektup yazdım Hasan’a
Ha Hasan’a ha sana.’’ Abdurrahim Karakoç

Aziz dostum,

Sana bu mektubu yıllar sonra niye yazıyorum, bilmiyorum. Uzun yıllar ülkesine uğramamış, Maraş’ın o yağmur kokan sokaklarında dolaşamamış, çarmıha gerilmiş biri gibi her şeye uzaktan acıyla bakan bir adamın susmak zorunda kalışının bedeli diyebiliriz bu sözlere.

İnan bana, bu satırları geçmişin hesabını yapmak için yazmıyorum. Seninle karşılıklı oturup geçmişten yahut dünyanın gidişatından konuşabiliriz ama bunu istemiyorum. Parçalanmış bir gerçekliği enine boyuna düşünüp sonra varılan sonucu silip atmak gibi bir şey değil bu. Belki de hep yaptığım gibi kaçak yaşamak. Seninle oturup 80 İhtilali’nden, Mavi Marmara’dan, 28 Şubat’ta uğranılan kıyımdan, Kürt Sorunu’ndan veya şiirin çıkmazlarından konuşabiliriz. Fakat bu, siyah beyaz bir fotoğrafa bakıp fotoğraftaki eşyanın renklerini ayırt etmeye benzer. Ben geçmişe öfke duyulması gereken bir şey gibi değil, bir inancın bedel isteyen bir ritüeli gibi bakıyorum. Geçmiş, hayatımızın içinde bir zamanlar var olan ve asla silip atamadığımız gerçeklik. Yaşanan onca şeyi sunturlu bir küfürle anıp geçmek kime neye yarar sağlar ki? Kolayca unutulan, üstü karalanan bir cümle değildir geçmiş bunu biliyorsun.

Hayat, bir şarkının müziğine kendini kaptırıp akıp gitmektir. Kendine geldiğinde her şeyin ne kadar da değiştiğini görüyorsun. Bir dalgınlık, yitmek ve bir şeyi bulmak için aramak ama bulduğunun asla aradığın şey olmaması. Uykudan uyandıktan sonraki o beş dakika süren sersemlik belki de. Ah dostum, yıllardır her şeyi unutmak için geçmişin saçlarını okşayıp duruyorum. Geçmişten bahsetmeyeceğim dedim, yaşananları anlatmıyorum belki ama geçmişin içimde bıraktığı o kekremsiliği anlatıyorum sana biteviye. Hoş gör.

‘’Dün dünde kaldı cancağızım’’ diyen adamın bunu söylerken ne düşündüğünü merak ediyorum açıkçası. Çünkü dün asla dünde kalmıyor. Bazen bir fotoğraf karesinde, bazen bir kitabın sayfaları arasında, bazen de eski eşyaların koyulduğu, tozdan geçilmeyen bir tavan arasında çıkıveriyor insanın karşısına. Dün, ne yaman bir karanlık. Ama her şey apaçık ortada.

80 İhtilali’nin hemen öncesinde Türkiye’den kaçıp İsviçre’ye geldim. Orada her şey normale döndükten sonra bile dönmek istemedim. Çünkü dönüp ne yapacağımı bilmiyordum. İsviçreli bir kadınla evlendim. Adı Olivia. Çocuğumuz olmadı, ne yaparsın işte, Allah dilememiş demek ki. Nasılım diye soracak olursan, durgun su gibiyim. Temizlenmek istiyorum. Dağlanmış bir yara gibi öylece durup yıllardır iyi olmayı bekliyorum. Dalından ha düştü ha düşecek meyve gibiyim. Neden beni arayıp sormadın dediğini duyar gibiyim. Nasıl arardım seni ve diğer arkadaşları? Bir suçlu gibi kaçtım. Yüzünüze nasıl bakabilirdim ki? Sen hapislerde gençliğini yitirdin, Hüseyin’i astılar, Kemal’i döve döve sakat bırakıp ailesine teslim ettiler. Ama ben! Arkama bile bakmadan kaçtım! Aynaya baktığımda o kaçışın lekesi bir lanet gibi görünüyor gözüme. Utanıyorum, kendimden bile saklanıyorum. Yaşamak, bazen kıyısı olmayan denize benziyor, insan boğuluyor da kimse duymuyor imdat çığlığını.

Kimi zaman sırt üstü yatıp saatlerce tavana bakıyorum. Bir şeyi arar gibi, bir çıkış kapısı bulmak istercesine. Tavana baktıkça utancım büyüyor. Kaçtığım her şeyi, sizin öfkeyle bakan gözlerinizi, saklandığım geçmişimi görüyorum tavanın yüzünde. İçime bulaşan karanlığı ben bile temizleyemiyorum. Bir yumru gibi boğazıma oturuyor geçmişin bitmek tükenmek bilmeyen kederi.

Biz ne yapmıştık ki her birimizi pis bir nehrin sularına bırakıp akıp gidişimizi izlediler dostum? Biz fikrimizi anlatmaktan, vatanımızı sevmekten ve gençliği zehirleyen fikirlere karşı mücadele etmekten başka ne yaptık? Sırtımızı dayadığımız, kurtarmak istediğimiz devlet, karşısına çıktığımız o zehirli fikrin savunucularıyla bizi aynı kefeye koydu. Kimimizi astı, kimimizi zindanlarda çürüttü, kimimizi sakat bıraktı, benim gibiler de kaçtı. Kaç milyon genç çekilmez işkencelerle aklının haritasını yitirdi? Kaç milyon düş bataklığa gömülüp kaldı?

Sana geçmişten bahsetmeyeceğim dedim ama geçmiş aramızdaki her şeye pis bir koku gibi sinmişken, sana nasıl olur da başka şeylerden bahsederim? Mesela, Avrupa’nın çöküşünden, siyasi tarihten, milliyetçiliğin milletlerin ruhuna bulaşmış necis bir hastalık olduğundan, evliliğin nimetlerinden ve külfetlerinden, çay içmenin adabından, yeni çıkan kitaplardan, Amerika’nın herkese savaş açmasının aslında gücünün bittiğini işaret etmesinden, İslamcılık fikrinin pratiğe dökülemediğinden, kuşlardan ve şarkılardan nasıl bahsederim? Birileri bizi geçmişimize tutsak kılmışken, ben nasıl olur da kalkıp özgürlüğün ve özgürleşmenin dik durmaktan geçtiğini söyleyebilirim?

Dışarıda deli gibi yağmur yağıyor dostum. Hatırlar mısın, biz en çok yağmurlu havaları severdik. Okuldan çıktığımızda yağmur yağıyorsa keyfimiz yerine gelirdi. Otobüse binmez, bir sigara yakar, Beyazıt’tan ta Eminönü’ne kadar yürürdük. Her zamankinin aksine yürürken hiç konuşmaz, vatanı ve milleti selamete erdireceğini düşündüğümüz o ateşli konuşmaları bırakıp yağmuru dinlerdik. Yağmurdan kaçan insanlar bize hep tuhaf gelirdi. Rahmetten kaçılır mıymış der, bıyık altından gülümserdik.

Yazın memlekete gidince, Kazma Bağları’na çıkar, Maraş’ın kavrulan yüzüne inat serin havanın letafetinde kaybolurduk. O yaz gecelerinde ezberden şiirler okur, birbirimizin yüzüne bakıp gülümserdik. Gülüşün memleket gibiydi. Sen gülünce, Maraş’ın mahrabaşı üzümünden bir salkım uzatmışsın gibi hissederdim. İçimi yıkayıp geçen bir huzur vardı senin gülüşünde. Ah dostum, uzaklık bir kere dokunmaya görsün insanın kalbine. Her şey kendini uzaklıkla ölçüyor o zaman. Yakın kelimesi sanki bir ata binip sonsuzluğa yürümüş gibi oluyor. Bir insan nasıl oluyor da hayatını uzak kelimesiyle ifade edecek kadar yok oluyor?

Senin anlayacağın, geçmişten kaçsam çöl, geçmişe yaklaşsam kuyu. Ben Züleyha mıyım yoksa bir kuyunun hikâyesinin anlatılması için birilerinin suçladığı kurt muyum bilemedim.

Herkes yarasından kaçmak istiyor aziz dostum. Ama herkes o yaranın tutkunu. Kaçtıkça daha çok seviyoruz yaramızı. Dün dünde kalmıyor cancağızım. Söylediğimiz yeni şeyler aslında geçmişte söylediklerimizin vesikası.

Hasretle selam eder, dualarını beklerim.

Eski dostun Yılmaz.

*Başlık: İsmail Karakurt'un bir dizesi