Menu
HAYRİYE ÜNAL İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • HAYRİYE ÜNAL İLE SÖYLEŞİ

HAYRİYE ÜNAL İLE SÖYLEŞİ

bir savaşmış

oysa düşman kaçmış

vurduğumuzla sevdiğimiz

aynı başmış

aynada baktığımızla

nefretimizi celbeden aynı bakış

okçularımız inmiş onlara söylenmeden

o gözlerime sunulan ricat bir tuzakmış”
Hayriye Ünal

Hem terazi burcundan hem de ODTÜ'lü olan ve ayni zamanda önemli bir şair olacak kadar şanslı olan Hayriye Ünal, yeni şiir kitabi Gerekli Açıklama ile Hece Yayınları etiketiyle edebiyat dünyasına yeni bir soluk getirdi.

Herkesin 'şair' olduğu, şiirsel terörizmin hüküm sürdüğü hiper-şiir (aşırı-şiir) adlıçağımızda, Ünal’ın Gerekli Açıklama’sı bize soyut, metafizik, lirik, simgelerin değiş-tokuşu ve tinselliğin dönüşünün haberini veriyor.

Sibernetik sosyolojilerin ve sanal teolojilerin hayatımıza yön verdiği şu günlerde Gerekli Açıklama, bize politik şiirin yeni metaforizmasının (ideo-politik imgelem eksende) ifşasını yapıyor.

1973'te doğumlu, ODTÜ Matematik mezunu olan Ünal’ın yayımlanmış Sacları Vardır Aşkın, Ademin Kızlarından Biri ve Sert Geçecek Bu Kış adli şiir kitapları bulunmaktadır.

YERLE BİR adlı şiirinizde “Hem ODTÜ’lü hem terazi burcundan nasip olmaz her kula” diyorsunuz ve “KAÇTIR SAYMIYORUM AMA OLDUKÇA FAZLA” adlı şiirinizdeki ironi, trajediden kopuş ile komediye geçiş düzleminde bir araf.  Hem matematiksel, hem tasavvufi hem de toplumcu bir perspektifle karşımıza çıkmış. Bunu bize biraz açar mısınız? ODTÜ, terazi burcu, matematik ve HE’nin hayatı veya hiçliği nedir?

Terazi burcu üç arkadaş arasındaki basit bir espri idi o okulda iken. Biri trafik kazasında öldü, pat diye öldü, ondan ummuyorduk ölümü, diğeri ölmekten beter bir deneyim yaşadı ve ben aralarında hayatta kalan oldum ve bunun utancını hissettim hep. Deney kafesindeki işaretli kişi ben sanıyordum. Genç ölenler tarafından terk edilmek dokunur bana. ODTÜ’de ilk sene, edebiyatla kafa bulmaya başladığım yıl. ODTÜ yaşamım boyunca kampüsün, insanların, hocaların geneline yayılan abartılı ciddiyet, işte tam bu bendeki karanlıkla çakışıverdi ve işin içinden çıkmamın tek yolu edebiyatı “ikinci doğa” yapmaktı. Burada ikinci doğa, fermente olup çatlamamam için gereken deli bayramı gibi bir şey. Özellikle matematik bölümü çok özel disiplinlerle çalışır. Kuralın, kesinliğin, formülasyonun içinde üstün insanîlik nasıl belirir orada görebilirsiniz. Terazi hukukun değil matematiğin simgesi olsa yeri.

İroni bugün şiirin dokusunda olmakla şiire renk veren bir şey değil, şiirin kendisi. Bu böyle, çünkü

bugün şair başkalarıyla hem bağlantı kurmaya zorlanan, hem bunu canhıraş şekilde isteyen, bir taraftan da hem kendi tikel eylemleriyle hem de mutlak ve tümelle bağının geçersizliğini canı acıya acıya görendir. Şiirini, ironik bir tutumla hep bir boşunalık duygusu içinde yazmaya zorlanmaktan mutlak geçerli her şeyi geçersizleştirmeyle doğru yol alabilir ve bu onun boşunalığına boşunalık katar. Kendimi bunun dışında sayamam, çünkü H benim. Adım iyilikten ve hayırdan geliyor. Ama hiçliğin hainliğin hoyratlığın da h’si bu. Her şeyin ve hiçbir şeyin h’si. Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, boşunalık, sözümona şairlerin kendilerinde sağlık belirtisi saydıkları kinci zafer tutkusu karşısında en az patolojik olan şeydir bugün. Öyle olmasa da olur, severdik.

YAZ KIZIM adlı şiirde Mazda, Hyndai, Clio gibi arabaların isimlerini vererek kapitalist sistemin gösterisini eleştiriyorsunuz? Doğrusu şiirinizdeki estetik, birkaç dize ve ses kırması dışında gayet yerinde idi. Burada cinsiyet, tüketim, bu aşk olayıyla biz, nasıl bir yol almalıyız şiirinizde?

Hiçbir zaman tenezzül edilmeyecek dışsal eklentilerdir markalar. Tüketimi aşan anlamlara sahiptir. Araba veya başka sahip olunan nesneler, hepsinin kimliği bütünlediğini filan görüyorum. Düşünsene, filanca kişi – Audi = ? Gerçi bu açıdan eleştirmeye değdiği için değil, orda markalarla başka bir şey yapmak istedim. Göstergeleri çözümlemek istedim. Hayatımda bir şekilde etkisi olan ve sahiplerini ele veren arabaların bir haritası olacaktı. Her araba bir kişi yerine kolayca geçebiliyordu. Arabaları sol koltuğu boş düşledim. Orayı dolduran gövdelerin taşıdığı bütün ek kimlikler onları çıplak filan düşündüğünde komikleşiyor. Ama araba yine de o şiirde başlı başına bir karakter olarak düşünüldü. Bu başka bir şey. Arabanın insandan rol kapması beni hep eğlendirmiştir de. Kendimi de bunun dışında tutuyor değilim. Ayakta sözgelimi bir konuşma yaparken hissettiğim korumasızlığın bir arabanın direksiyonunda olduğumda bütün saldırgan dürtülerimle yer değiştirmesi bana ilginç gelir. Dışımı onunla korumaya aldığım anda ruhuma sirayet ediyor gibidir araba. Kadınların sürdüğü arabaların arkasına arabalarıyla dokunmaktan zevk alan sapıklardan bahsediliyordu bir ara gazetelerde. Libidonun bedeni aşarak metalle özdeşleşmesi, bu metalin birini çarparak öldürme gücüne sahip olması ile birleşince her arabanın bir yaşamöyküsü olması kaçınılmaz ve bu öykünün masum olması imkânsız. Bir aracın hiçbir zaman araç olmakla yetinmeyeceğini, sanırım en iyi edebiyatçıların bilmesi gerekir. Hiçbir araç yaptığı işin içeriğine karışmamazlık etmez.

Bu şiirleri dergilerde 2005’te yayımladım. Çok sonra okuduğum, “otomobilin phallic potansiyeli”ni anlatan bir yazı (Enis Akın, “Otomobil Hapishanesi”, Birikim, Aralık 2009) şimdi şiirimi yorumlamamda bana yardımcı oldu. Bunun için bu yanıtta o yazıyla birlikte düşünmekte sakınca görmüyorum. “Otomobilin içinde tanrı olduğumuz, başka kimseye ihtiyacımız olmadığı gibi yalanlara kendimizi inandırmak daha kolay. Otomobil, insani kendini tanımayı engelleyen bir kapsül, bir koruma kandırmacası, bir sahtelik imkânı olur; kulağımıza istediğimiz her yalanı fısıldar; her kılığa girer.” Her birinin isimlere sahip oluşu, model ve yaşı olması, bir millete ait oluşları ve bu bilgilerin sahiplerinin özellikleriyle uyum içinde oluşu şiirimde de sözünü ettiğim gibi “hiçlik korkusu”nun nerdeyse tek ilacı gibi görünür bize.

Seviyorum denmez bizde, sevilen kendini bilir/sen sevmekle aşk koyarsın fakirin tabağına” diyorsunuz. Acaba fakirin ekmeği umut olmaktan çıktı da bu sefer aşk mı oldu? Bu şiirinizde Atayvari bir etki de vardı. Bize Atay’ın üzerinizdeki etkisinden biraz bahsedebilir misiniz ve sevildiğimizi nasıl anlamalıyız?

Bak, yanlış yorum var orada. Fakirin ekmeği aşk yerine geçmiyor. Tam tersine aşkın her şeyin yerine geçtiğini veya öyle bir his uyandırdığını söylüyorum. Atay etkisini bilmiyorum bu şiirde. Ama ben yaştakilerin doğru okuduğu bir yazardır Atay. Bir sene Tutunamayanlar’la yatıp kalkmıştım öğrenciyken. Saygı uyandırmıştır bende. Çağdaşım olsaydı, herkes onu kötülerken onun edebiyatına inanan ilk kişilerden biri olurdum. Bana yakın bir edebiyat algısı var onun.

İnsan sevildiğini bilir, sevilen kişi karşıdaki için sürekli gösterge üreten bir cihazdır. Bunları okumak bir âşığın en önemli işidir. Günlük ibadetidir neredeyse. Her aşk, bir insanı aşkın çırağı haline getirir. O yolda çözümleme yapmak, bir sözcükten bitip tükenmeyen anlamlar üretmek, belki de önemsiz birini muammalarla dolu algılamak angaryasıdır belki, ama bu çıraklık olmadan bir aşk hiçbir zaman olgunluğa erişmez, bitmez veya amacına ulaşmaz, ne derseniz deyin ona.

Sevilen kişi sözcüğün tam anlamıyla hapseder bizi. Her birimiz sevdiği kişinin çoğu zaman cimrice sunduğu hiyeroglifleri çözmek zorunda olan birer kazıbilimci filanız. Tuhaf olan şudur ki, bu boşa geçen zaman, bu sonuçsuz çaba en çok zevk veren şeydir. Bu zevki bildiğimiz haz veya coşkuyla karıştırmamalı, bu daha çok derinleşerek insana kendi kendini yontturan ve kendi aslî şeklini veren şeydir. Hiçbir şey, insanın aşk nedeniyle başka birinin içinde beyhude yere aradığı bir hakikatle ortaya çıkan acı kadar yıkıcı değildir. En iyi şiirler böyle kaynaklardan doğmuştur. Yazmak bu acının çok özel ve öznel bir telafisi olmakla sınırlıdır. Etten kemikten birinin bedeninde bütün mümkünleri görebilmek –kişisel bir metafizik!-, kendini her şeyden sıyırıp bununla yani biriyle ölçmek, kıskançlığın her derecesini aşama aşama tatmak, yani subjektifliğin doruğu ancak aşkla çıkılan bir yerdir. Tüm bunları bedensellikten ayırıyor değilim. Bu şekilde sevilen biri kendini bilmez mi hiç.

Bunun ancak taşraya yakışacak bir tarafı var gibi görünebilir, kafaya takıklık yüzünden. Orada bir gördüğünü yeniden görme ihtimalin fazladır, orada “az olabilirsin” filan. Birilerinin kafayı birine takmamış olmaları, sözgelimi New York’ta birilerinin kafa takık yaşamadıklarını göstermez ve bu nerdeyse taşrayla metropolün eşitlediği tek noktadır. Ama düşününce dünya tümden bir taşra değil mi, kafaca kendi sonuna gelmişsen? O sonla aranda tek bir insan var gibi hissettiğin anda, işte o anda, hiçbirimiz ilkel olmaktan çıkamayız. Bundan gocunmayız da.

Erkek orospulara, linç edemez oluyorsun kaleminin ucuyla/ Bir merhamet sarıyor yavaş yavaş, anlıyorsun çünkü/Kahpesi içeride olan kapının tutmaz kilidi”  sevgili “DOST KAHİN”nimizle, ne anlatmak istiyorsunuz?

Tam olarak, zaten yazmış olduklarımı anlatmak istiyorum. Her ne kadar belirsizlik, tamamlanmamışlık, ucu açıklık poetikaları geliştiriyor olsam da kanımın bir kısmı hâlen modernist olarak akıyor. Bir başka deyişle, yapıtım kendini açıklıyor.

“GEÇ KALDIN REİS GEÇ KALDIN/ VERMEYECEĞİM TEYEMMÜM EDECEK KADAR TOPRAK”  “kırkı devirmiş korkuya” burayı biraz açar mısınız? Yoksa Facebook duvarında mı teyemmüm alacağız. Daha doğrusu arınacak hiçbir yer kalmadı mı?

Amcamın karısına babasından çok toprak kalmıştı. Ege sahil şeridinde toprak çok değerlidir. Metre metre İngilizlere satıyor insanlar şimdi. Bir de ağabeyi var. Zorba. Bu kadın, yani yengem, hep kendi payını ister ağabeyinden. Adam sonunda patlayıp haber gönderiyor kızkardeşine: “Ona söyleyin, yormasın boşuna kendini, teyemmüm edecek kadar bile toprak vermeyeceğim ”. Şu da var ki bu adam, onca mala mülke rağmen, sineklerin uçuştuğu, yemeklere konduğu bir evde, topal bacağını sürükleyerek yaşadı ve şimdi de toprağın altında. Ben bu lafı duyduğumda bütün o sahiplenme türü tutkulara nefretimi bir kez daha anladım. Hele bunu aşk ilişkilerinde kadın bedenine karşı işleten mantık için bu söz çok uygun düşüyordu. İlişkinin gidişatında tarafların alış verişi, bu alış verişin nesneleri bana hep tuhaf gelmiştir. Yani kadının birlikteliğe kattığı anlam, karşılık almasını gerektirir mesela, ama erkeğin varlığı sanki beleş olmalıdır filan gibi.

Sahiplenme ile zulüm arasında çok sıkı bağ var. Zulmedenler, mesela o adam, tüketebileceğinden çok fazlasını kendi sulbünden gelenlere ayırmayı uygun buluyordu. Bu durumda öz kız kardeş bile bir yabancı olmuştu. Bu da insanoğlunun türünü sürdürmekteki ısrarından kaynaklanıyor. Her iki duyguyu da –sahiplenme ve türünü sürdürme gayreti- çok ilkel çok yabancılaştırıcı buluyorum.

Facebook’taki edebiyatçı arkadaşlara buradan hayırlı işler diliyorum. Katılması zor olsaydı bir ara bu hazzı tatmak isterdim, ama fazla kolay, zaman alıcı ve de nasıl desem… ben babamı özlüyorum sadece. Okey oynayarak vakit öldüren bazı şairler şimdi facebook sayesinde okurlarından kaçının kendisi için “like this item”e bastığını biliyor. Item olmakta beis görmüyor. Sayısal hırsın daha kötüsünü Twitter’da görmek mümkün. Şairler hiçbir zaman, halktan çocuklarla bile yarışamayacaklarını da bu sayede anlayacaklar, çok iyi o açıdan. Bu konuda bir yazı yazacağım yazabilirsem, edebiyatçıların foyasını ve “teşhirci”liklerini bu tip siteler kadar açık eden bir buluş daha yoktur. Hem nasıl bir enerji gerekir ki günün her saati yüzlerce kişiyle yazış, cevapla, alıntıla, oku et. Twitter’da ve Facebook’ta gerçek anlamda terlemeden matah bir şey olmuşsun gibi hissetmek çok mümkün. İnsanımızın TV, araba veya cep telefonu kullanma şekli nasıl tuhafsa olan şey aynı (bkz. 2. sorunun yanıtı). Düz mantıkla yanlış anlaşılmak istemem; ben böyle şeylere karşı filan değilim, hiç mümkün mü? Bireysel olarak gereksinim duymuyorum ve zaten asosyalim. Şimdilik böyle. Biraz daha yaşlanınca gereksinim duyabilirim de. Bilemem.

Facebook veya Twitter sadece birer site. İnteraktif bir yaratma türü geliştirdiğini bile söyleyebilirim, küçük zekâ kullanarak yaratılabilecek her türden lafı, aykırısı, düzü, esprilisi vb. yazıyla bilinen anlamda tanışık olmayan insanların hayatlarına değer katma yolu oldu, -edebiyatçıları kastetmiyorum elbette, onlar çoğu pek sakil duruyor be-. “Belirtmek” ihtiyacı. Tiyatro sahnesinde olan bir şey vardır, sahneyi gerçekle ölçer, hayat da sahneyi taklit eder. Edebiyatçıların herkes gibi, herkesin de edebiyatçı gibi konuşmaya başlaması aslında ilgimi çekiyor. Buradan bir sınıfsızlaşmanın ipucunu yakalamak mümkün müdür bilmiyorum; ama hâlihazırda bu tip yerlerde ortaya çıkan şey, yani edebiyatçılar açısından bakarsak, insanların yaptıkları işler, yazdıkları eserler konusunda geri bildirim almayı çok istemeleri. Buna tümüyle masum gözüyle bakamayız. Masumiyetin zıddı itham içermiyor ama. Bu tip şeyler yeterince kuvvetli olmamakla yani acizlikle ve daha önemlisi eserine güvenmemekle ilgilidir. Eserine güvenmiyor ve zaaflı bir adam; ama eser iyidir, adam da sıkı, bu da olur, olmaz demem.

Arınmak… ısrar ediyorsanız, konumuz edebiyatsa, isminizi koymayacaksınız. Egonun olduğu yerde arınmak diye bir şey yok.

Şiirinizde delilik bir hayli göze çarpıyor. Biz Foucault ve Deleuze’ün aksine Zizek’in delilik ile ilgili tespitlerini savunuyoruz. Bize göre de delilik, yıkıcı bir etkiye sahiptir. Kendine deli deyip marjinal imajı vermeye çalışanlar acaba üretme kabızlığı mı çekiyor? Nedir bu delilik? Şair ‘deliyim’ diyorsa tımarhaneden duygudaşlarıyla niye takılmıyor da akıllıyım diyenlerle takılıyor?

Kendine deli diyenlere inanmam. Ama her deli akıbetini hisseder.

Kendine marjinal hava vermeye çalışan bunu başaramıyorsa komedi üretmiştir, güleriz ona. Şairin kimlerle takılacağını ona söylemek hiç kimseye düşmez bence. İster tımarhaneye gider, gidenleri biliyorum, ister mezarlarda tefekkür eder, ben gidiyorum, isterse gider akıllı insanlarla gayet sağlıklı işler yapar. Mizaç meselesi bu, şiir meselesi değil.

Bir delilik türü var ki, onu şiirde tanıyorum. Nevroz ve psikoz diye ayrılıyor bu hastalıklar. Ben nevroza bayağı bir çalışmıştım. Nevroz tinsel bir hastalık olarak bilinir. Şair arkadaşlarım arasında bundan ciddi anlamda muzdarip olan biri vardı. Şairler arasında sık görülen narsistik davranışların hepsini delilik olarak nitelendirmek olmaz. O kişi bazen beni bile ciddi ciddi tanıyamazdı. Ama doğrusu şiirine yansıyan bir şey olmadı bu. Keşke yansısaydı.

İşin uzmanları, nevrozu “yapıcı enerjilerin boşa harcanması” olarak tanımlıyor. Ve onlara göre, deli insanın doğası gereği daha yaratıcı olduğuna dair kanıtlar yok. Benim kişisel tecrübemse şu: neye kendini tutkuyla verirsen o verilme esnasında boşa harcanma çıkıyor ortaya. Ama kim söyleyebilir ki boşa olmayan bir harcanma nasıl bir şeydir? Bir şeye tutku duyduğun anda hayat dediğimiz komple bir şeyi ıskalıyorsun. Başkaları gözünde gülünç, saçma ve değersiz bile olabilir o şey. Ama elde ettiğin şey, ya da sadece yaklaştığın şey, değmeye ramak kaldığın şey sadece bu harcanmayla ufukta beliriyor. Dolayısıyla ağırlık merkezi kaymadan, gebermeye yaklaşmadan, kayıp vermeden bir şey ortaya koymak zor. Kimin neleri göz göre göre yaktığını ancak Allah bilir.

Sanatsal olguları sağlıklı olma metaforu veya ideali çerçevesinde değerlendirmek zaten imkânsız. Ama sağlıksızlık, delilik bir başına bir yetenek kanıtı falan da değil. Neredeyse her türde devasa eser vermiş adamlara bakıyorum, kendine yabancılaşma, ona kimlik duygusu verecek bir şey olarak yaptığı o şeye sığınma var. Bu nevrotik bir şeydir. Delilik bu. Kendini değersiz hissetmiş. Aidiyet duygularını erken yitirmiş. Deneyimlerini, fantezilerini ve ihtiyaçlarını bir birlik duygusu içinde örgütleyemez. İşte onun ağırlık merkezi kaymıştır. Tatminsizdir vs vs.

Şiirinizdeki biçim; bir show time olarak duruyor? Sizin ideo-grafik dünyaya yakın olduğunuzu biliyoruz fakat sibernetik şiirle karşımıza çıktınız? Asıl Gösteri Birazdan Başlıyor şiiriniz porno-grafikle dirsek teması halinde? Bu bir tepki mi? Yani şiirinizin aşırı-şiir (hiper-şiir) olması bilinçli bir tavır mıydı?

Şiirde arayışların biçemleşmesi her zaman çirkin ördek-kuğu döngüsüyle açıklanabilir. Edebîlik, dilin kendi üzerinde, biçimlenişi üzerinde dikkatini hep uyanık tuttuğu sürece, o farkındalıkta saklıdır. Olur, olmaz, bunun kararını peşin veremeyiz. Elbette her satırı bilinçle yazıyorum, çünkü bu konuda yapılabilen her şeyi inceledim, ama bu bazen serbest bırakmadığım anlamına gelmiyor. Bazen de öyle akar gider. Ben sadece fazla enerji akışını engellerim, bir set olarak şair.

Yazıya gelirsek… çok cesurca ve derin yazılarınız çıktı. Fakat mesela Mustafa Kutlu, Nazan Bekiroğlu, Ali Ural, İbrahim Tenekeci vb. edebiyatçıları yeren hiçbir yazınızı görmedik? Bu isimler yazdıklarını gerçekten kusursuz mu yazdılar? Burada bunu sormamızın nedeni; Dergah ve Hece’nin edebiyat anlayışını merak etmemiz?

“Cesurca” nitelemesi için teşekkür ederim, hissettiğim de bu. Yani korkum, kaygım, tereddüdüm yok bu konularda. Eleştiri adı altında yazılanlara baktığımda ya temkinlilik, kimseyi kırıp dökmeden yazma gayreti ya da ciddiye alınmayacak denli kişisel cepheden saldırılar var. Dolayısıyla birilerinin de çıkıp şiiri odağa koyan, ama adaleti bir kenara bırakmayan ve emeği de yeteneği de takdir eden, emeksiz ve yeteneksiz olanı afişe eden yazılar yazması gerekiyor. Tümden yok demiyorum, ama yazılanlarda ya perspektif sıkıntısı ya bilgi eksikliği ya da cesaretsizlik görüyorum.

Hece’nin edebiyat anlayışı, Hece’nin çeşitli sunuş yazılarında ortaya konur. ‘İstikrarlı ve duruş sahibi olmak’ gibi şeyler öne çıkar bu ifadelerde. Dergâh’ınki ise geleneksel edebiyatla modern olanı çatıştırmadan yan yana sergilemektir. Bunun yanı sıra genç ve atılgan yazarlara açıktır her iki dergi de. Görebildiğim kadarıyla Hüseyin Su ve Mustafa Kutlu, her ikisi de, edebiyatı ciddiye alan ilkeli insanlardır. Herhangi bir yazıma dikte ettikleri veya ‘filancayı kırma’ vb. dedikleri hiç olmadı. Böyle bir ilişkim hiçbir editörle olmadı. Adı geçen editörlerin de bu tarz müdahalelerini görmedim başka yazarlara. Hatta Hüseyin Su, gözümün önünde benim aleyhimde şeyler içeren yazıları dergiye koymuştur. O “sana bir şey olmaz” derdi ben de “bana bir şey olmaz” derdim ve “say ki olsun” deyip geçeriz. Ne olacakmış?

En fazla şu oluyor: Korkuyor bazı insanlar şimdi gizlice överken açıktan mesela sahiplenemiyor. Eh başkalarının yüreksizliğini de ben düşünecek değilim. Ben takır takır beğendiğimi niye beğendim, sevmediğimi niye sevmedim yazıyorum. Sırf yazı yazmıyor, fikirlerini açığa vurmuyor diye bunun avantajını yaşayan şairler var, ama bu da cücesin diye küçük bir koltuğa sığmak gibi bir avantaj alt tarafı.

Şuna benziyor bu, iki cerrah var sözgelimi. Bay X ve Bay Y diyelim onlara. Adam Bay X’i yere göğe koyamıyor, onunla meğerse tanışırlarmış. Yiyip içtikleri vaki birlikte. Her soranı ona yönlendiriyor. Bu adam bir gün açık kalp ameliyatı olacak, kalp kendi kalbi bu defa. Tanımadığı, anmadığı Bay Y’de alıyor soluğu. Benim pozisyonum Y’nin pozisyonuna benzer. Çünkü insanlara kendi şiirleri hakkındaki gerçekleri, işimin ve şiirin gereği olarak söylüyorum. Onları kandırmıyorum, avutmuyorum ve bu işte bir çıkarım yok.

Henüz yaşıyorum ve eleştirmeyi sürdüreceğim. Yazmadığım bir sürü isim var. Yermek diyemeyiz yaptığım işe, şiirlerine eleştiri getirdiklerim oldu. Konu edindiğim hiçbir şairin dünya görüşüne, kıyafetine, cinsel yaşamına, bana olan tavrına veya hakkındaki söylentilere prim vermem. Hepsi de olumlu veya olumsuz ele alayım, şiirleri ile beni ilgilendirir. İsim andığınız için açıklamam gerekir tek tek. Doğrusu ya Ali Ural şair olarak hiç dikkatimi çekmedi, şiir çevirecek kadar Arapça bilişini takdir etmişimdir, organizasyonları konusunda duyumlarım da yok değil. Kutlu ve Bekiroğlu şair değil zaten. İbrahim ise adı güzel bir arkadaşımdır, kadirşinastır ve gayretlidir. Kusursuz da yazar sık sık. Peki, kusursuzluğun eleştirilmemesi mi gerekir? Soru bu.

Son olarak şiirin nereye gittiğini ve Hayriye Ünal’ın hedefinin ne olduğunu bizimle paylaşabilir misiniz?

Salt, şiir yazan biri olarak; hedefim hafiflemek olurdu. Ama sıfırı tüketmeden, bomboş kalana kadar ısrar etmemeyi başarmak. İşaretlerle doldurmak isterdim yolu. Diğer elimle silerek, bozarak. Gayri insani gelir belki, bilemem, beni mahvolmuşluğum içinde bulsunlar isterdim. Bana ağlasınlar filan.. affedilmek isterdim. Yazınsal amaçlarım da olmaz değildi, bu son dakika gözyaşları arasına sıkıştıracağım, mesela gerçek anlamda bir palimpsest gibi, güçlü bir şeyin etkisinde kalabilip silinip gitmek isterim.

Ama hani o güçlü şey?

Plana inanırım. Planlarım var.

Şiirimiz için yapılması gereken çok şey var; kişisel imkânları aşan şeyler de var, sürekli bir mücadeleyi gerektiren. Kişisel olarak altından kalkılabilecek her zorluğu seviyorum zaten.

Eleştiriyi biliyorum ve uyguluyorum. Şiirsel hüküm verme konusunda doğal bir yetim var, verdiğim hüküm şairi tarafından bile ilk anda tepki duysa bile zamanla benimseniyor. Yine de sebatla çalışıyorum, öğrenilecek çok şey var. Şiirimiz kaos halde. Şairler iyi. Eleştirmen sıkıntısı yaşıyoruz. Temel ayrımlar bile yapılamıyor. Dolayısıyla eleştiri, üstlenmek zorunda olduğum bir edim. Sürecek.

Şiirin kuramsal boyutu konusunda –her ne kadar “piyasa”da kuram düşmanlığı yaygınlaştırılmaya çalışılsa da- araştırıyorum ve çok zengin kaynaklarla besleniyorum. Bu konuda da zemin tesisi çok önemli. Kuramı küçümsemek ‘dünya düzdür’ demeyle eşdeğer. Çoksesli şiir, 21. yüzyılın şiir yordamı olarak pek çok açılımı sağlıyor. Henüz o konuda yazılacak çok şey var. Tek bedende üç-dört kişi filanım gibi çok dolu ve akışkan hissediyorum kendimi.

Aynı kaynaktan beslenen, “Oyun Kurucu” ve “İkibinon– aşk şiirleri” adlı şiir kitaplarımı yayıma hazırlıyorum. Acele etmiyorum o konuda. İkisi de çok çok heyecan verici benim için.

Çağdaşlarımı anlamak çok önem verdiğim şey. Bazı ortak çalışma planlarım var; fakat sadece bana bağlı olmadığı için konuşmak erken.

Şiirin dünyeviliğini iliklerimde duyuyorum; bunu dünya görüşü veya başka türden şeylerle gölgelemeden, mistifiye etmeden, dokunduğum her nesneyi şiirimle ilgili kılarak, her türden deneyime açılarak aktarma telaşındayım.

Ancak en önemli güdülenme saydığım yeni nesil güçlü bir şekilde gelmiyor, gelemiyor. Dolayısıyla ancak onlarla tesis edilebilecek olan zemin gecikiyor. Müşterek çalışmalar istediğim tatmini sağlamayabiliyor. İnsanlardan zaman zaman kestiğim umutla şiirin durumu karıştırılmamalı. Bugün ha desem hazır olan kitaplarımı bekletmemde yoğun enerjimin doğru kanallarda akmayacağı hissi etkili. Yirmidört saat içinde olduğum ve her tartışmayı, her çıkan kitabı titizlikle okuduğum bir alanda gerçek anlamda muhataplarımın olmaması acı bir şey. Yazık ki zekâ, yetenek ve cesaret aynı bünyede nadiren buluşuyor. Böyle birkaç kişinin varlığından olağanüstü güç alıyorum. Kaybolmadığıma, ölmediğime dair birer işaret taşı gibi onlar. Sıklıkla farklı saflarda bile olsak.

Söyleşi: Maaz İbrahimoğlu, Hüseyin Güneş

Fotoğraflar Fuat Kara'nın arşivinden alınmıştır.

(www.okudumyazdim.net ‘ten alıntılanmıştır; 03.04.2011)