Menu
BİR KAHRAMAN
Öykü • BİR KAHRAMAN

BİR KAHRAMAN

Oğlanı o derece korkutmak istememişti. İstememiştir yani. Ama hangimiz yapmayız ki? Hep öcülerle büyüdük biz de. Bizim okulun bodrumunda iskeletler vardı mesela. Okulun hemen yanındaki köhne binanın içinde hayaletler dolaşırdı. Korkardık. Korkmak ve korkudan anneye babaya sığınmak çocukluğun tabiatından değil midir?

Değilmiş demek ki. Bazı çocuklar o korkulara tek başına göğüs geriyormuş hem kendileri hem anne babaları yerine hem de. Ama Aysel’in de kötü bir niyeti yoktu elbette. Yoktur yani. Hangi Anne… Hele Aysel!

Aysel’in ismini hiç sevmezdim. Üçüncü görüşmemizde söylemiştim “Bu patavatsızlık baki mi?” demişti, gülerek. Öyle kendine güvenen, öyle hayat dolu, hem halden anlayan hem an’a müdahale eden; en iyi şeydi başıma gelen. Bunları demiştim ben de. Baki olan samimiyetim demiştim.

İnanmak istemiş olacaktı ki evlendik. İkinci yılımızda da oğlumuz katıldı aramıza. Sevdiğim bir kadın, sağlıklı bir çocuk; Allah beni iyi şeylerle karşılaştırmıyor, nimet yağmuruna tutuyordu adeta. Ancak Allahın mucizeleri genelde sıradandır. Yani sıradanmışçasına yaşanır. Evleneli beş yıl olmuştu ve ben de bu sıradanlığa biraz hareket katmak istedim. Elbette istediğimden değil ama kesinlikle engel olmadığımdan. Şimdiki aklım olsa asla olmayacak şey ancak “şimdiki akıl” hep sonradan gelir, bana da çok ağır bedellerle geldi.

“Her kadın hisseder” derlerdi. Belki hissetmişti ama ben bir de yakalandım. Aysel, kendine güvenen, hayat dolu, Allahın nimetinin somut hali; zerre hak etmediğim kadınım yüzüme dahi tükürmedi. Keşke yapsaydı ancak beni terk de etmedi. Sonsuz bir sessizliğe büründü. Sessizliği bana karşı bir perde değil içine düştüğü bir kuyu gibiydi. Sessizliği bana kızgınlık değil, hayata karşı bir sorgulama gibiydi. Kızamayışı, terk etmeyişi, onu çoktan öldürmemle ilgiliydi belki de. Bilmiyorum.

Asıl bilmediğim hakikatler, oğlumuz, Burak hakkındaymış. Aysel’in nasıl olduğunu araştırmadığım, bilmek istemediğim, bilirsem altından kalkamayacağım ölümünün ardından Burak’taki karımla yüzleşmek zorunda kaldım.

Kahrolası babasının dünyada yaşadığı cehennemi görmediğinden toprak altındaki Cenneti merak ediyordu. Ne yapıp ettiysem onu cennetin iyi bir yer olduğuna; toprak altının da aslında sandığımız gibi olmadığına inandıramamışım. İlk krizi, bakıcısının izinli olduğu ilk hafta sonunda yaşadık. Geceye gün doğarken son verdiğimden öğle vakti zar zor gözlerimi açtığımda aklıma ilk Burak gelmedi. Kalkıp mutfağa gidip bir sigara yaktım, Aysel’i düşündüm, kendimi düşündüm, Aysel’i düşündüm, sonra ürperdim. Ve “nereden geliyor bu esinti” diye çevreme bakmaya başladığımda evin açık kapısını gördüm… Burak? Yatağında yok, salonda yok, tuvalette yok, evde her şey yerli yerinde, çılgın gibi bağırarak binaya çıktım.

Asansöre bakmak aklıma dahi gelmedi, ikişer üçer merdivenlerden indim, cadde, bahçe, evin altındaki bakkal… Sesim kısılırcasına bağırıyor, küfrediyor, lanet ediyordum. Burak’ı aradığımdan dahi emin değildim. Pazar kahvaltılarının bitmesi için erken, uyanmamış olmak için geç bir saatti. Sesime çevredeki esnaf, balkondan komşular da ayaklandı. Ne kadar geçti bilmiyorum, delirmiş gibi oradan oraya koştururken “bulduk!” mu dediler, “burada” mı dediler; nasıl aklım başıma geldi, hiç hatırlamıyorum, üst komşu kadının elinden tutan çocuğu gördüm, oğlumu: Burak.

Nasıl gittim, Kadına ne dedim, eve nasıl gittik bilmiyorum. Aklı başından gitmiş bir adamdım. Ve ayıplanmıyordum. Ya da bunu algılamayacak kadar dengemi yitirmiştim.

Aysel’in annesini aradım, yarım saat içinde geldi. Burak’ın karnını doyurdu, evi topladı. Ben duş aldım, sigara içtim, tekrar içtim, tekrar içtim. Boğazımdaki ağrı daha da büyüsün, tüm vücudumu sarsın, külli bir acıya dönüşeyim; her acı nasılsa geçer, ben de böylece gelmiş bulunduğum dünyadan geçeyim, silineyim istiyordum.

Acıya dönüşmedim. Ve acı gerçek hala bir babaydım. Anneannesiyle oturduk ve bir çocuktan mantıklı bir açıklama bekledik. O ise, insanı yerin dibine geçiren, annesinin dayanamadığı, babasının olamadığı kadar yetişkin bir açıklama yaptı.

Bir gün annesiyle asansöre bindiklerinde Burak, elindeki çubuk kraker paketini açacağım derken paketi patlatmış, çubuk krakerler asansör boşluğuna gitmiş, bizim oğlan da ağlamaya başlamış tabii. Aysel de “Asansör boşluğunda da solucanlar yaşar. Onlar da yesin çubuk krakerlerinden. Aç mı kalsınlar? Hem aç kalırlarsa buradan çıkar, bizi yerler!” demiş.

Burak da bu sabah, olur da solucanlar annesinin yanına giderlerse annesi hiçbir şey yapamaz diye; mutfaktan ekmeği almış, yukarı kata çıkmış, asansörü çağırmış, oyuncak sepetini kapıya sıkıştırıp üzerine oturmuş ve asansör boşluğuna ekmek ufalamakla meşgulmüş.

Son katta oturan komşu kadın, Hatice teyzesi, kapıya çöp çıkartırken görmüş onu. Benim sesimi duyduklarında bir süredir beraber besliyorlarmış meğer solucanları. Sesleri duyunca önce eve inmişler, sonra da bahçeye çıkmışlar.

İşimin zor olduğunu hissetmiştim ama bu kadar zor olacağını düşünmemiştim. Diğer haber bir hafta sonra Burak’ın bakıcısından geldi. Burak klozette saatlerini geçiriyormuş, tüm gün orada oturuyormuş. Ne yapsa ikna edemiyormuş bakıcı, ilk defa bu kadar sık tuvalete giden bir çocukla karşılaşmış, haberim olsun istemişmiş.

Doktora götürmek için işten izin aldım. Bakıcıya izin verdim, öğleden sonra doktora gittik. Hiçbir problem yok. Bir pedagog’a gösterseniz daha iyi olabilir dedi. İçimden “bör pedogogo göstörsönüz daha öyü olabülür” dedim.

Yemek yemeye gittik. “Tuvaletin var mı?” dedim. Yok. Parka gittik. Yine yok. Eve geldik, koşa koşa tuvalete gitti. Akşam yatmadan önce, üç kere. Sabah kalktığımda, yine tuvalette.

Yine bir çocuktan açıklama beklemek gibi saçma sapan bir işe girişiyor olduğumdan kendi aklımdan şüphe duyarak tekrar pencere önüne karşılıklı oturduk. “Neden tuvaletten çıkmıyorsun yavrum?” dedim.

Kendinden emin: “Farenin gelmesini bekliyorum” dedi.

“Ne faresi?”

Neden söylendiği Aysel’le göçen bir sır: Klozet borusunda yaşayan fareler varmış. Uzun oturursak popomuzu ısırırmış. İşte o fare gelsin onu ısırsınmış, annesini ancak böyle koruyabilirmiş.

“Anneni kendimden korumak mümkün olsaydı keşke” dedim. Bana her şeyi anlamış gibi baktı. Oğlumdan korktum o an.

Bu tuvalet meselesini unutsun diye; bir hafta annemde kaldı bir hafta da Aysel’in annesinde. Takip eden o lanet hafta sonu da bana geldi.

Bir Pazar uyanmışsın ve açık bir cam görmüşsün sigara içerken. Belki bir Anka kuşu oğlumu cennete götürmeyi teklif etmiştir. Belki bir Ejderha binamıza dayanmış ve gidip annesini yemesin diye kahraman oğlum kendisini yem etmiştir. Ya da ben kesin yine yanılıyorumdur. Bildiğim, oğlumun bir kahraman olduğu.