Menu
dem'li bir deneme
Deneme/İnceleme/Eleştiri • dem'li bir deneme

dem'li bir deneme



Gönül bekleme diyorlar.

Hayatın karşımıza çıkaracağı engelleri aşmak üzere bir kılavuza bağlandığımızda, mürşid kimi ipuçlarını verir ve bizi dünyanın tehditlerinin içine salarmış.

Bu karmaşa içinde kendi başımıza, yalnız ,güçsüz ve korumasız bir halde kalır, bir şeyi bekleriz.

Gönül bekleme.

Gönül nedir, nerede, neyi bekleriz bilmeyiz.

Uzay boşluğuna düşer gibi, derviş derviş devrilmiş gibi…

…Herkesin gönlü bir şeyi bekliyor…” diye başladı dem içimde.

Ne güzel diyorsun söz  üstadım bu demde, herkesin gönlü bir şeyi bekliyor, bir özlem çekiyor.

Düştüğü boşlukta devriliyor, boşlukları doldurmak istiyor.

Dünyanın oyun eğlencesi çok, birinden kurtulsa diğerine takılıyor gönül, demini alamadığı demlerde.

Bir meteor geliyor sonra uzay boşluğunda asılı duran insana çapıyor, topla kendini diyor, aramaya devam et, süre işliyor.

Özlemden kavrulan yürek doğru diyor, kalkmalıyım, onu aramalıyım.

Durmuyor arıyor, neden sonra yeni bir oyalanma kapısında buluyor kendini. Açılan kapının yanlış olduğunu anlayana kadar hayli zaman geçiyor. Yine bir meteor atmosferine girip yürek yangınına ateş taşıyınca, yanmanın ama gerçekten tüm zerreleri ile yanmanın ızdırabı ile iki büklüm oluyor. Saat hiç durmadan işliyor.

Bulduğundan gördüğü vefasızlıklarla yanan insan, ha gayret diyor .

Arama ve bekleme durumuna gösterdiği sadakate binaen küllerinden yeniden doğma fırsatı sunuluyor.

Dünyanın tehditleri üzerine üzerine geldikçe sahih kaynaklara dönmeli diyor yüreğim, deme uzanıyor yine elim: “Bu alem ,görünmeyen alemlerin önünde tenteneli bir perdedir…

O halde her şeyi maddede arayanların akılları  gözlerindedir, göz ise maneviyata kördür” diyor sözlerin.

Tenteneli perdenin ardını  görmeyen gözlerimiz mi kör? Bakar kör bize mi deniyor, gerçekten gözleri görmeyenler bizden daha mı kolay o perdelerin ardını görüyor. Öyle olmalı, onların gözü harama kapalı. ”İsim ve sıfatlarının belirtileri de tıpkı böyledir. İşaret ve belirtilerin gerisindekini görebilmek için gönül gözü gerekir. Biliyor musun açılan bir kapıdır dünya … Mektuplarını okurken hep bu imge çağrışıyor bende” diyorsun ya demde. Hani bir ressam vardı,doğuştan görmüyordu gözleri. Ama çizdiği resimlerde gökyüzünün mavisini, bulutların atılmış pamuk gibi dizilişini, birbirinden güzel renkleri barındıran denizler alemini tüm ayrıntılarıyla çiziyordu tuvale. Görmeyen gözleri, gönlünün mektuplarını açıyordu belki de. O kadar sahiciydi ki çizimleri, inanamadı bilim adamları ve aylarca incelediler ressamın beyin fonksiyonlarını. Sonunda gerçekten görmediğine onay verdiler. Gönlüyle çiziyordu ressam, kabul ettiler. Televizyonda onu seyredince kalb gözü tabirine lügatlarında yer vermeyenlere ibret, aklı gözlerinde gafil kafalara inen tokmak olmalı diye düşündüm bir dem. Keşke dedim sonra perdeler bir  açılsa… Sarının ışığında, mavinin maviliğine girsek, usulca, kederlerimizi bırakırcasına dalsak derin nura.

Keşkesiz yaşamak… Mümkün mü? ”Keşke şu şöyle ,bu böyle olsaydı dediğin sürece bir               kılavuza muhtaçsın, derdi anneannem “demişsin satırlarında. Hep keşkesiz yaşamak istedim, uğraştım, didindim, kırdım, geçirdim, keşke dedim sonra.

Kırıldım çokça, özledim, zulme uğradım, kapalı kapılar önünde bekledim aylarca.

Keşke dedim yine açılsa kapılar ardı sıra.

Hastalandım, yaşadıklarımı kaldıramayınca. Keşke dedi doktorlar stres olmasa, sakin yaşa.

Denedim, dostlar edindim, zamanla. Yaralarımı gösterdim onlara inanınca. Keşke dedim merhem olsalar bana.

Bir rüzgar esti sonra, ne olduğunu anlamadan kabuk bağlamış yaralarımdan sızanları gördü hakikate kapalı gözlerim.

Meğer tırnaklarını  geçirip yaralarımın kabuklarını koparmaktaymış dost bildiklerim.

İşte yine keşke dedim. Bitmeyecek mi keşkelerim?

Kılavuzum nerdesin, nerde ellerin? Beni kör kuyularda bırakmaya dayanır mı yüreğin?

İnanıyorum, olan olmuştur ve olacak olan da olmuştur… Bu yüzden olmuş gibi ve olacakmış gibi anlatıyorum “ diyorsun. ”Bu yüzden seni yatırıyorum gözlerimde… yağmur suyu gibi… Bu yüzden … hep bu yüzden… böyle kesik kesik, tutuk yutkunuyor gibi konuşuyorum” ben de, senin ifadelerini ödünç alarak yine.

Canım yandığında beni “göğsünde bir menekşe gibi yatıracak” anneannem yok artık benim de. Her gün görmek istediğim, sığınağım, karşılıksız sevildiğimi hissettiğim, gelişimi balkonlarda bekleyen, daha karşıdan görünce yüzüne baharlar gelen, acılarında büyüttüğü çiçekleri, hepsine ayrı ayrı özel hissettirdiği torunlarına düşünmeden dağıtıveren, gelir gelmez daha, ne yedireyim yavrularıma telaşıyla evin içinde seken, İzmir’in o yapışkan sıcağında hiç üşenmeden akıtmalar, kayganalar pişiren bir ananem yok artık. Annem babam kızdıkça yüklendikçe bize, kaçtığımız, hoşgörüsü ve her türlü yeniliğe açık karakteri ile bizi özgürleştiren anneannem çok uzaklarda şimdilerde. Onun iyilikseverliğini , misafirperverliğini, saflığını, ve hep umutla ufka bakan tavrını kimsede görmedim daha. Keşke dediğini, işten yıldığını, namazını, tesbihini, kuşluğunu, teheccüdünü bıraktığını, hayattan yorulduğunu görmedim hiçbir dem. Bahçesine bakışını, her diktiği yeşile sevdasını katışını, renk renk güllerini, onların yapraklarından hemencecik yaptığı reçellerini hatırlıyorum evinin önünden geçerken. Ama artık geçmek istemiyorum nice kişisel tarihin saklandığı, her tuğlasında emeğinin olduğu o evin önünden. Terkedilmişliği, bakımsızlığı, yalnızlığı dokunuyor yüreğime.

Dördüncü katın yatak odası penceresinden bakan silüetini görüyorum, sabah namazına giden hacıbabamın ardından bakıyor yine.

Aşkla bağlı olduğu  kocasını her zaman gözden kaybolana kadar izlediği, dualarla gönderdiği geliyor hatırıma.

Böyle aşklar yok artık.

Yollarda yürüyenler, ardından el sallayanlar, acaba vardı mı gideceği yere diye endişeli bir bekleyişle içindeki aşkı büyüten kadınlar zamanın çok gerilerinde kaldılar.

Çok katlı apartmanların, kapalı garajlarından arabalarıyla gidiyor artık eşler işlerine.

Ne kahvaltı edecek vakitleri var beraber ne de onlara el sallayacak, yüreğine verdiği sözle onu dönene kadar bekleyecek kadınlar var evlerde.

Gideceği yere vardı  mı acaba diye endişelenip uzaklara bakıldığı, derin düşüncelere dalındığı günler geride kaldı.

Telefonunu aç da yüzünü görelim denen günlerdeyiz şimdi.

Hiçbir şeye vakit yok, duran devriliyor. Arkadan gelen üzerine basıp geçiyor.

Dünya ölümüne koşuyor, hem de ölümüne, bizi de sürüklercesine.

Ölüm ne kadar yakıcı bir şey… Dem de ilerledikçe seninle birlikte acı hatıralar bir bir geliyor zihnime. Ölümle ilk tanıştığımda da anneannemin evinin 5. kattaki terasındaydım. Bir grup insan karşıdaki evden cenazeyi çıkardılar. Eminece ‘nin eşiydi ölen. Yeşil örtüye sarılı tabutu yüklenenler arasındaydı o zaman dedem. Yolun sonunda vilayet cami vardı, camide Halil Hoca. Bayramlarda elini öptüğümüz bir yakınımızdı ölen.

Her ölümde insan biraz da kendi faniliğine ağlar ya, batıp gideceğine, dünyanın geçiciliğine, öyle olmuştu, çok ağlamıştım o gün de. Çocukluktan yorgun bir ihtiyara geçivermişti ruhum bir dem, ağlama demişti anneannem, tüm sevdiklerimiz orda, Efendimiz (sav) orda, bebekken kaybettiğim annem orda, dedelerim, ninem orda.

Şair de öyle demiyor muydu, mısralarında, ”Ölüm güzel şey , budur perde ardından haber, Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber. “ Necip Fazıl’ı hiç okumamıştı anneannem oysa. Ümmiydi, kirlenmemişti zihni harf yığınlarıyla. Ama iman sözden arınmış haliyle sürekli büyüyordu gönül deminde.

Senin gibi dedemin yüzünde “İfadenin donması” nı görmemiştim ben. Dayanamamıştı yüreğim bakmamıştım yüzüne, ikinci ölümü yaşadığım o günde.

Sular kaynatılıp bahçenin bir köşesinde yıkanırken perdeler gerisinde, donakalan ben olmuştum.

O sala ve ardından beni, kardeşimi, kuzenimi beraber idareye çağıran o anons çınlamıştı aylarca kulağımda.

Olamaz, daha bir saat önce birlikteydik, hastanededir belki yaralıdır, diye koşmuştuk endişeli yüzlerimizle eve, dualar dilimizde .

Ama bahçe kapısına geldiğimizde yanıldığımızı anlamıştık .

İğnelerle bayıltılmıştı büyük teyzem ve annem.Anneannem ve küçük teyzeme etki etmemişti damardan zerkedilen. Öylece bakıyorlardı, donuk, tutuk, bu alemden kopuk.

Ayşe yenge mutfaktaydı  yine, helva kavruluyordu verilmek üzere gelene gidene.

Ayşe hala, ah gitti dağ gibi kardeşim diye feryad ederken, yemenilerini alıyordu kolunun altına, mal canın yongası, kaybolmasın sakla kızım diye uzattığında dönüp arkamı gitmiştim o hızla. Anlamıyordum olan biteni hala. Sanki her şey bitmişti o gün. Dünya durmuştu, en sevdiğim insan uğurlanıyordu, ablası bir çift  plastik yemeniyi saklıyordu.

Onu bir daha göremeyecek olmak canımı fena yakıyordu.

Liseye gidiyordum o zamanlarda. Son bayramımı yaşayıp bitirdiğimi bilmiyordum daha. Bir daha bayramlar hiç bayram olmadı bana.

Okulun hopörlörleri her açıldığında acıtan bir acaba saplandı o günden sonra bağrıma.

Adını taşıdığım babaannem, hemen 28 gün ardından aşkının ayrılığına dayanamayan dedem dağladı yüreğimi zaman aktıkça.

Bir gün yine telefonda, güldü  mü yüzünde güller açan Ayşe Teyze gitti dedi annem.

Fedakar kelimesinin zihnimdeki ilk karşılığı Naim Amca, her gittiğimizde bizi koklaya koklaya öpen, nazara okudu mu kuş gibi hafifleten Eminece çekildi bu alemden sonra.

Her birinin gidişiyle, ”Faniyim fani olanı istemem, acizim aciz olanı istemem. Ruhumu rahmana teslim eyledim gayrı istemem. ” İfadeleri döküldü dilimden

İsterim, fakat bir Yar-ı Baki isterim” diye feryadı sürdüren yüreğime “Yağmura benzeyen o kelimeler” düştüğünde toprak kokusu yükseldi göğüme.

Gideceğimiz bu yere niye gelmiştik öyleyse? ”Dünyada ölümden başkası yalan” dediğinde şarkılar, ”Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayacaksınız“ derdi babam. Önce nimeti, sonra Hakiki Nimet vereni düşün, ölüm de bir nimettir unutma diye eklerdi . Sen de, aklında bu sorular, Efendimize seslenirken yüreğinle, ”Kainatın varlık sebebi muhabbet midir? Her şeyi birbiriyle bağlar mı? İnsan yaratılışın en güzel meyvesi midir? Kalbinde kainatı kuşatacak bir muhabbet mi gizlenmiştir? Onun doğrultusu nereyedir? Kim o sonsuz muhabbete layık olabilir? İster istemez varlığın sahibine mi yönelir? Onun gayrına yönelirse belalı bir musibet midir? ” diyorsun dem’de.

Başımıza gelen bunca musibet “gayr”a talip olunca mı uğramıştır semtimize, bu şehre, ülkeye.

Dünyayı saran savaşlar, akan yaşlar, ölen çocuklar hep bundan mıdır?

Celal ardında Rahmet mi saklıdır?

Perdeler açılacak mıdır bir gün muhabbete fedai olanlara?

Feda etmek o kadar kolay mıdır, avuçta ateş tutulan zamanlarda?

Dünyayı muhabbet kurtaracak deriz de, yanaşmaz nefsimiz bir türlü, şahsi planda gönülleri hakikate ayarlı kılmaya.

Söz zihne özgüdür , kelam gönle mahsustur. Kelam söylenmeyendir. Söylenince de mayalayandır. “ diyorsun demini aldıkça.

Biz bahar ülkesinin hiç bahar görmemiş çocukları, O maya ile mayalanan topraklarda doğan şanslılar hani, kurtulabilecek miyiz sözden?

Derin acıların dilsiz olduğunu fark ettim” diyorsun ya, dile getiremediğim acılarımı bir bilsen!

Satırların yetişiyor imdada her dem: “Kaybolanlar sevgiye değmiyor . Batıp gidenler geride sadece hüzün bırakıyor. Kalbi kanatıyor, aklı yaralıyor efendim… Her şey yavaş yavaş eskiyor. Bitiyor. Geçip gidiyor . Yok oluyor efendim. Geride sadece anılar ve acılar kalıyor. Soluk fotograflar kalıyor… Bakınca sanki eskitiyorum. Diyor ya şair, tıpkı el sallayanlar gibi gittikten sonra trenler. Ve bilek söner yeni ağırlığından gözyaşlarının… Dünya en çok tren istasyonuna benziyor efendim. Bir durakta ya biniyor, iniyor veya uğurluyoruz . Bu yüzden bir yakınım veya dostum gelse uğurlamak istemiyorum. El sallarken en çok İbrahim Peygamberin sözlerini hatırlıyorum. ” diyorsun ya, el sallarken sana, bende bıraktığın o hüzünlü resmi yeni yeni çözüyorum daha. ”Hiçbir şey kararında değil efendim. Bir sadık yar bulamadım. Bir kararda duramadım. Kime gönül verdimse terk etti, kime bağlandıysam çekip gitti. Beni terk etti. Terk edilmeyi istemiyorum efendim. Buna dayanamıyorum. ” derken nasıl da tercüman oluyorsun bana, ona, insanlığa.

Sırra talipsin hep, perdenin ardına. Bir ömür o eşiğin önünde, gönlün tek sermaye.

Yatışamayan kalbin her daim yakarışla inlemekte.

Ahirette seni kurtarmasını  dilediğin satırlar, kitaplar dizi dizi dizilmekte.

Kalplerimizi her yandan sarıp bizi hareketsiz bırakan yabani sarmaşıkları kesip atabilmek için satırların keskin bir bıçak bazı demlerde. Merhametli bir kucak bazen demini alan yüreklere .

Kalbim kendi kendini kanattıkça” bu sayfalara sığınacak artık her dem.

Sıcacık bir DEM, yanında demli çayım, demini almış bir yüreğin ışığından ruhuma akmakta.

Fonda “Dem bu demdir, dem bu dem” … çalmakta .

Dem, kan demek.

Dem, gözyaşı dökmek, soluk almak, nefeslenmek demek.

Zamanın en küçüğü, an demek dem.

Dem, içki demek, sarhoş olmak demek, aklı kaldırıp aradan gönül beklemek demek

Hepisinden iyice bir gönüle girmek demek dem,

Üstad demek dem, öğretmen, usta, sanatkar,

Kalb demek dem, aşk demek, yeni bağlar atmak gönle şevkle

Eskimiş, eprimiş bağlardan kurtulmak demek dem,

Acılardan sıyrılmak, unutma bahçesinde.

Korkusuzluk demek dem, kainata meydan okuyan bir yürekle yaşamak demek

Baharın eşsiz çiçeklerini mayalandıkları topraktan toplamak demek dem.

Gözü olana sabahın  ışımasıdır dem

İnsanın kendini tanıyabilmesi için başka bir ruhun derinliklerine dalmasıdırdem.

Nurdur dem, nurdandır, nimettir dem.

Kalbinde merhamet adlı  bir çınarı büyüten adamın, ab-ı hayatından damıttığı kitaptır dem.

Artık raflarda.