Menu
AHMET BÜKE İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • AHMET BÜKE İLE SÖYLEŞİ

AHMET BÜKE İLE SÖYLEŞİ

-Virginia Woolf, yayımlama konusunda, otuz yaş uyarısı yapar. Michel Foucault, yazma isteğinin otuz yaşında uyandığını söyler. Ahmet Büke de ilk öyküsünü, otuz iki yaşında yazar ve yayımlar. Yazma ve yayımlama konusunda, otuz yaş bir sınır olarak görülebilir mi veya bir tılsımı var mı bu yaşın?
-Böyle bir kural yok tabii. Çok genç yaşta büyük eserler vermiş sanatçılar da var. Ama galiba yazmak için belli bir olgunluğa erişmek avantaj sağlıyor. Düşünsel olarak ve yaşam tecrübesi anlamında. Bir de okuma süreci o yaşlarda daha bir saflaşmaya başlıyor. Dediğim gibi bunlar sadece ihtimaller. Benim yazma uğraşım biraz tesadüflerle oldu. Otuzlu yaşlara kadar baştan sona kadar düzgün, okunabilir bir mektup bile yazamamıştım. İnternetin sunduğu blog, e-dergi gibi imkânlar biraz da şekillendirdi bu sürecin başlangıcını.
-Yazı yazarken etrafla ilişkiniz nasıldır? Ses yapan birileri veya ilgi isteyen bir çocuk, sabrınızı taşırabilir, o an yazmış olduğunuz yazıyla aranıza mesafe koyabilir mi? Yoksa dinginleşince kolayca kaldığınız yerden devam edebilir misiniz?
-Kendime ait bir odam yok. Önce bunu bir ön şart olarak görmekten vazgeçtim. Olsa güzel olur tabii ama olmaması bana engel değil, diye düşündüm. Kitaplarımın çoğunu iş yerinde öğle tatilinde, kahvelerde, yolda ya da kalabalık evlerde yazdım. Zamanım hep sınırlıydı, yapacak başka işlerim çoktu, geçim derdi herkes gibi yakamdaydı. Ama insanın en büyük özelliği verili duruma razı olmaması galiba.
-Kısa öyküler yazıyorsunuz ama görebildiğim kadarıyla farklı teknik ve denemeler peşinde değilsiniz. Mümkün olduğu kadar sade, imgeye boğulmamış, klasik bir anlatımdan yana olduğunuzu düşünüyorum.
-Aslında epey bir deneme yaptığım öyküm var ama temel olarak bir edebi metnin baştan sonra kendini okutacak sağlam bir hikâyesi olması gerektiğini düşünüyorum.
-Bir kitap hakkında yazılan değini/inceleme yazıları, o kitabın başarısından kaynaklı olmuyor yalnızca. Başka etkenler de var. Güncel bir kitap üzerine birçok değini ve inceleme yazılması, o kitabı, edebiyat mecrasında bir yere taşımaya yetiyor mu?
-Bizim talihsizliğimiz edebiyat eleştirisinin geri çekildiği ya da daha az görünür olduğu bir çağa denk gelmemiz. Sosyal medyanın bu denli mızrak ucu haline geldiği şimdiki zamanda eleştirinin geri geleceğini düşünmek de mümkün görünmüyor. Belki de bu nedenle yazarlar giderek daha fazla yazdıkları üzerine konuşma ihtiyacı duyuyorlar. Bu da edebiyat için çok iyi değil aslında.
-Çocuklara dair yazdığınız öykülerde yetişkinler de kendileri için bir şeyler bulabiliyor. Çocuk öyküleri yazma fikri nereden doğdu?

-Yakın çevreme, aileme yeni katılan bireyler oldu. Onlarla birlikte büyümeyi yeniden deneyimlemeye başladım. Biraz da onlar için yazmak istedim.
-Kadın yazarların, anne olduktan sonra yazma konusunda neler yaşadığı merak edilir. Ahmet Büke’nin, baba olduktan sonra yazı hayatında ne gibi değişiklikler oldu?
-Mesela bugünler de okuma yazmayı nasıl öğrendiğimi hatırlamaya çalışıyorum sürekli. Fişlerle boğuşuyorduk ve cümleden heceye; heceden sözcüklere ve seslere doğru gidiyorduk. En büyük kâbusum fişleri kaybetmekti. Sarsak bir çocuk olduğum için bir gün ceketimi, ertesi gün çantamı unutup geliyordum eve ama fişler her zaman cebimde olurdu. Annem her akşam onları ütüyle düzeltirdi. Şimdi, yakınımdaki çocuklar farklı tekniklerle öğreniyorlar. Fişsiz bir hayat çok güzelmiş aslında.
-İnsan Kendine De İyi Gelirisminde bir öykü kitabınız var. Bu cümle, bazı öykülerinizde de karşımıza çıkıyor. “Yara yaraya benzedikçe kabuk tutar. O zaman insan insana iyi gelir” diyorsunuz mesela. Kendine iyi gelmek, üstün bir beceri ve herkesin vakıf olamayacağı bir hayat felsefesi değil mi sizce de?
-Büyük laflar etmeyeceğim. İnsana ne iyi gelir, insanı ne mutlu eder bilmiyorum. Felsefe ve politika bu soruya yanıt için var. Ama o hikâyedeki kahraman kendi yanıtını bulmuş, kendi gerçeğini açığa çıkarmış.

-Şöyle sorabilir miyiz o hâlde, öykü de Ahmet Büke için “kendine iyi gelme”nin bir parçası sayılabilir mi?

-Yazma sürecindeki o kısa zaman parçasında öyle, evet.
-Kitaplarınız, Can, Günışığı, Ağaçkakan, ON8 Kitap, Kanat Kitap gibi yayınevlerinden çıktı. Bütün kitaplarını tek bir yayınevinden yayımlayan yazarların, bu konudaki ısrarı düşünülünce farklı yayınevlerinde görünmek ve yayımlamak, yazarı için bir risk taşıyor mu?
-İlk kitabımı, İzmir Postası'nın Adamları'nı, hiçbir yayınevi basmadı. Bugün aklınıza gelebilecek hemen her yere yollamıştım. Kanat Kitap, biz kimsenin ilgilenmediği iyi dosyaları kitaplaştırmak için kurulduk, dediği için okudu ve yayımladı. 2010 yılında Can Yayınları'ndan teklif gelince oradan çıkmaya başladı kitaplarım. Günışığı, ON8 Kitap ve Ağaçkakan, işsiz kaldığım bir dönemde bana kapılarını açan, bana hüsnü kabul gösteren yayınevleri oldular. Hepsinden de bir şeyler öğrendim.
-100 Tuhaf Kitapisimli eseriniz, sahaflarda bile bulunamayacak kitaplardan oluşan bir seçkiyi içeriyor. Pek de kitaplara dair yazılar kaleme alan biri olmadığınızı düşününce böyle bir kitabı neden çalıştığınızı ve hazırlamak istediğinizi merak ediyor insan.
-Dediğim gibi telifle yapabileceğim her işin peşine düştüğüm bir dönemdi. Metin Solmaz, 100 Serisi çıkarıyordu. Koleksiyoner bir arkadaşım da bana kütüphanesini açmıştı. Metin'e bahsettim aklımdakinden. “Pek satmaz bu kitap ama fikir çok güzel,” dedi. Gerçekten de serinin en az satan kitabı oldu.
-Zeytin ağaçları, zeytin çiçeği, “Ekmek ve Zeytin” gibi ifadeleriniz üzerinden soracak olursak zeytin, muhayyilenizde nasıl bir yerde duruyor?
-Rahmetli dedem bahçemizdeki zeytinleri topladıktan sonra gidip bellerine sarılır, teşekkür ederdi ağaçlara. Çünkü zeytin hayat demektir. Yaprağından çay, çiçeğinden esans yapılır; dalıyla, çırpısıyla fırın yakarız; yağı zaten büyük nimettir ama en asitli halinde bile kalıba döküp sabun yapılır; gübre olur, hayvanlara yem olur hatta küspesini yakarız. Ölmez ağacıdır üstelik. Beş yüz yaşında verimlidir hâlâ. Bizim sadık yârimiz zeytindir.

-Bir paylaşımınızda, sosyal medyada birçok yeni ve güzel kitap keşfettiğinizi söylemiştiniz. İzmir’de, Yerdeniz isminde bir kitapçıya da sıklıkla gittiğinizi bilmekteyiz. Sosyal medyadan keşfetmekle kitapçıda keşfetmek arasında yine de bir fark olmalı değil mi?

-İyi kitapçıların yerini hiçbir şey tutmaz. İyi kitapçılar iyi okurdur. Okuru iyi kitaplara yönlendirirler. Çok çok az kaldılar artık.
-“Varamayan Ahmet” isimli öykünüz, bence, şimdiye kadar yazdığınız öyküler içinde en çağrışımlı öykü. “İçimde kaldı” deriz ya, bir şeye varamamanın ve bir şeye ulaşamamanın, insanın içinde nasıl bir ukdeye dönüştüğünü anlatıyorsunuz bu öykünüzde. Öyküyü okuyunca “varamayanlar zümresi”nden olmayı, bir ayrıcalık olarak görmek işten bile değil. Varamama duygusunun, Ahmet Büke’deki karşılığını sorsak neler söyler?
-Bence yazarlar metinleri üzerine ne kadar az konuşsa o kadar iyi olur. Çünkü orada kendini anlatacak ve gerekirse savunacak bir metin var ve okuyucuya ait artık. Her okur, iyi bir öyküyü yeniden yazar okurken hatta her okuyuşunda yeniden üretir. Ben Varamayan'da rahmetli babamın anlattığı çok eski bir anı parçasını alıp yeniden yazdım sadece.
-Notos dergisinin bir sayısında, geleceğe kalan yazarlar arasında isminiz yer alıyordu. Nasıl bir duyguydu? Ayrıca bir yazar için “geleceğe kalacak” yorumunda bulunmanın birtakım sakıncalarından da söz edilebilir mi?
-Bunları görmek, duymak bir yazarı mutlu eder elbette. Aynı zamanda onaylanmak için de yazıyoruz. Yazarın bunlara çok inanmadığı ya da kapılmadığı sürece pek zararı yok.

HATİCE EBRAR

İskenderun’da doğdu. Kahramanmaraşlı. Hece Öykü, İtibar, Yedi İklim, Türk Dili dergilerinde öykü ve deneme yazdı. Millî Gazete, Dünya Bizim ve Edebistan isimli kültür sanat sitelerinde, kitap incelemeleri ve söyleşiler yaptı. “Nuri Pakdil’in Tiyatrolarında Vicdan” isimli yüksek lisans tezini hazırladı.