Menu
ALİ IŞIK'LA SÖYLEŞİ
Söyleşi • ALİ IŞIK'LA SÖYLEŞİ

ALİ IŞIK'LA SÖYLEŞİ

Bir yazarın/şairin/öykücünün ilk kitabı, sonraki kitabının referansı gibidir. İlk kitap, sonraki kitabın kaderini belirler demek biraz fazla iddialı bir cümle gibi gözükse de öyledir. Okur, ilk kitaptan sonra sıkı bir takibe alır yazarı. İlk kitap beğenilmişse ikinci kitap da ilgiyle beklenir. Ali Işık’ın Beni Hikâyeden Çıkart kitabını bu hislerle bekledim ve bu hislerle okudum. Baştan sona damıtılmış bir cümle olduğunu düşünüyorum Beni Hikâyeden Çıkart’ın.

Hikâyelerin birbiri içinde gezinmesi, anlatıcının hayal dünyasının sınırlı olduğu izlenimi uyandırabilir. Ali Işık bu ezberi bozuyor. Karakterlerini bir hikâyeden alıp başka bir hikâyede karşımıza çıkarmakla ve onları aynı mekânlardan geçirmekle hayal dünyamızın sınırlarını zorluyor. İstesek de bir önceki hikâyenin atmosferinden çıkamıyor, bir sonraki hikâyede önceki hikâyelere dönüşler yapıyoruz. Dolayısıyla kitap bitiyor ama hikâye bir türlü bitmiyor. Zehralan manevi kirlerden arınmak, şifa bulmak anlamında Beni Hikâyeden Çıkart’ın efsanesi. Artık okurun da efsanesi olacak gibi duruyor.

Ali Işık’la yaptığımız bu söyleşi, hikâyeyi konuştuğumuz bir söyleşi oldu.

-Bekleme Salonu’nun (2014) öykülerinde ve Beni Hikâyeden Çıkart’ın (2017) öykülerinde düğümlü bir dil var. Olumlu anlamda kullanıyorum bu ifadeyi. Kullandığınız dile bakılırsa düğümün çözülmesini, öykülerdeki anlamın açılmasını hiç istememişsiniz gibi. Yanılıyor muyum, neler söylersiniz bu konuda?

-Öykülerimde okur için, kendi yürüyebileceği bir alan bırakmayı önemsiyorum. Hatta bir yerden sonra okurla birlikte yürümek istiyorum. Tabii bu istemekle olmuyor. Öykü dilinin ve atmosferinin de müsaade etmesi gerekiyor. Öykünün sözcükleri bittikten sonra da okurun zihninde devam etmesini her yazar gibi ben de istiyorum. Sizin bahsettiğiniz düğümlerin çözülemez tarafları yok. Belki bunlara düğümde dememek gerekiyor. Öykülerimin yolları bitmemiş diyebiliriz. Bekleme Salonu’ndaki öykülerle Beni Hikâyeden Çıkart’taki öykülerin aynı kalemden çıkmalarından başka benzerliklerinin olduğunu sanmıyorum. İkisinde de düğümden söz edeceksek, belki öykü dilimin düğümünden söz edebiliriz. Kullandığım her sözcüğün gölgesinin metinde kapladığı alandan daha genişine düşmesini dikkat ediyorum. Bundan dolayı bahse konu düğümler oluşuyor olabilir.

-İçinizde oluşan bir duyguyu beklemeye almayı, onun izini sürmeyi, bir meseleyi/duyguyu/yaşanmışlığı sıcağı sıcağına değil de soğumaya bırakarak yazmayı tercih ettiğinizi öykülerinizdeki anlatım/kurgu/dil üçlüsüne bakarak anlayabiliyoruz. Bu küçük değerlendirme bağlamında öykü yazma ve yayınlatma konusunda aceleci davranan genç öykücülere neler söylersiniz?

-Etrafımıza baktığımızda, kulağımızı biraz uzattığımızda yazılacak o kadar hikâye ile karşılaşıyoruz ki. Bizim toplumumuzun paçalarından hikâye akıyor. Ama biz hangi hikâyenin peşinden gideceğiz. Hangisini takip edip, nasıl yazacağız. Mühim olan bu. Yazmaya değer olanı nasıl belirleyeceğiz. En fazla zorlandığım mesele bu. Her aklımıza düşeni yazamayacağımıza göre neyi yazacağız. Yazabileceğim öykünün beni uzun süre terk etmemesine dikkat ediyorum. Sizin de belirttiğiniz gibi öyküyü beklemeye almayı, onun izini sürmeyi, bir meseleyi/duyguyu/yaşanmışlığı sıcağı sıcağına değil de soğumaya bırakarak yazmayı tercih ediyorum. Bazen çok uzun sürebiliyor. Bazen öykünün gitmeyeceğini yazabileceğim bir öykü olduğunu kısa sürede anlıyorum.

Çok yazabilen bir yazar değilim. Bundan şikâyetçi de değilim. Elbette bu süreçte yazabileceğim birçok öyküyü de kaçırıyor olabilirim. Ne yapalım nasip değilmiş der geçeriz. Ayrıca bir meseleyi ben yazmazsam dünya ne kaybeder.

Genç öykücülere herkes bir şeyler söylüyor zaten. Ben sadece ellerinden gelenin en iyisine ulaşıncaya kadar sabırla emek vermelerini tavsiye edebilirim.

-Beni Hikâyeden Çıkart’ın öykülerinde, aramızdan yavaş yavaş çekilen ve bugün el sanatları kategorisinde pek de rağbet görmeyen zanaatlar var: ciltçilik, oymacılık, saatçilik… Bu işlerle uğraşan ustaların karşısında da maddedeki manayı göremeyen karakterler var. Ya da manayı görmek için çabalayan karakterler de diyebiliriz. Örnek olarak şehrin yuttuğu insanlardan biri olan fotoğrafçı, oymacının yanına çırak olarak giren şehir kaçkını bir öykü sakini. Zıt yaşantıları/bakışları karşılaştırmaya çalıştığınızı söyleyebilir miyiz?

-Zıt yaşantıları/bakışları karşılaştırmak gibi bir amacım yoktu başta. Yazmak istediklerimi nasıl yazacağımı düşünürken karşılaştım o zanaatlarla. Yoluma çıktılar yani. Tehlikeli olan şuydu: öykülerimin ana izleği o zanaatlar değildi. Ama zanaatların dolayısıyla ona bağlı yaşantıların belirgin bir yaşama biçimi var. O yaşantıları/bakışları öykünün bir formu olarak bırakabilmek zordu. Yaşantının bizatihi kendisi öyküye müdahale ediyordu. Ama benim derdim öyle bir yaşantıyı geçmişe nazire olsun diye tekrar gündeme taşımak, öykümün konusu yapmak değildi. Bu noktada zorlandığımı söyleyebilirim. Öyküden öyküye atlayan karakterlerin birinden diğerine bulaşan bir zehir vardı orta. Benim dertlerimden biri de o zehirdi.

-“Elinden neredeyse kusursuz güzellikte çıkan oyma desenleri göstererek bu dikkatinin nedenini sorardım. Kendimi hazır tutuyorum derdi.” (Beni Hikâyeden Çıkart, s.100) Ben de size sorsam, neredeyse kusursuz güzellikte cümleleriniz var. Öykülük bir cümle için kendinizi daima hazır tutar ve notlar alır mısınız?

-Kaçırmamaya çalışırım. Not aldığım zamanlarda oluyor elbet. Ama hayatın tamamını kayıt altına alamayız. Duyduğumuz gördüğümüz her güzelliği not alacak olursak hayatı kaçırırız. Ben hayata bir yazar gözüyle ya da yazmak için bakmayı doğru bulmuyorum. Ama yazdıklarımız da hayatın içinden elbette. Dengeyi sağlamak gerekiyor. Aslında ‘Kabuk’ öyküsünde bunu da anlatmaya gayret ettim. Orada fotoğrafçının yaptığı böyle bir şeydi.

Ben de kendimi hazır tutmaya çabalıyorum elbette. Ama sadece yazmak için değil nasibi kaçırmamak için.

-Beni Hikâyeden Çıkart’ın hangi sayfasına dokunsak Zehralan karşımıza çıkıyor. Ali Işık’ın öykü dünyasında bir efsane midir Zehralan yoksa gerçek bir dağ tepesi midir?

-Dünyada ‘Zehralan’ isminde bir dağ var mı bilmiyorum. Ama benim dünyamda var. Hepimizin zihninde gidip temizlenebileceğimiz, kirlerimizden kurtulabileceğimizi düşündüğümüz dağlar ya benzer yerler vardır. Olmasa bu kirle nasıl yaşarız. Kitabın başından sonuna Zehir ve Zehiralan kavramlarına bazen uzaktan bazen yakından bakmaya çabaladım. Neyi ne kadar görebildim bilmiyorum.

-Son zamanlarda okuduğum öykü kitapları arasında, teknik ve kurgu bakımından farklılığı yönüyle öne çıkıyor Beni Hikâyeden Çıkart. Kitaba son hikâyeyi okuyarak da başlanılabilir gibi geldi bana. Bu konuda neler söylersiniz?

-Beni Hikâyeden Çıkart kitabımın ilk öyküsü Şiraze’dir. Bir ciltevini, daha çok ciltçiyi anlatır. Diğer öykülerin kahramanları da mutlaka bu ciltevine uğrarlar. Şiraze bir bakıma kitabın ana öyküsü oldu. Diğer öyküler oradan fışkırdı. Kitaptaki öykülerin sıralandığı şekilde okunmasında fayda görüyorum. İçindekiler kısmında on öykü görünüyor olabilir. Kitap aslında on bir öyküden oluşuyor. On öykünün tamamı -ayrıca- on birinci uzun öyküyü oluşturuyor.

-Hikâyeden bir türlü çıkamayan, bir hikâyede silikleşse bile bir sonraki hikâyede tekrar karşımıza çıkan karakterler var. En çok da ciltçi… Bazen de anlatıcı, bir hikâyenin karakterini bir başka hikâyede hatırlatıyor. Dolayısıyla kitabınızın isminde bir ironi var gibi geldi bana, neler söylersiniz?

-Sanırım var. Ben konuştukça öykülerin daralacağına dair bir his var içimde. Okura haksızlık yapmak istemem.

-Bir önceki soruyla bağlantılı olarak karakterlerin birbirlerinin hikâyelerinde gezinmeleri zaman zaman aynı cümlelerin tekrar edilmesini zorunlu kılmış gibi görünüyor. Tekrarlar ve geri dönüşler iyi bir taktik ve kurgu gözetilerek yapılırsa metni güzelleştirir. Ama yine de riskli bir durum olduğunu düşünüyorum. Şiirde tekrar ahenk unsuru olarak algılanırken nesirde “kendini tekrar” olarak algılanıyor. Dolayısıyla aynı cümleleri farklı hikâyelerde kullanmak tekrar bahsi açısından biraz tedirginlik oluşturmadı mı?


-Elbette tedirginlik oldu. Dediğinize katılıyorum riskli bir durumdu. Ama öyküler böyle bir tercihi zorunlu kıldı. Bir odada üç kişinin konuştuğunu düşünelim. Bu üç kişiden her biri ayrı öykülerin karakterleriyse orada konuşulanlar elbette üç öykünün de parçası haline geliyor. Konuşulanlar üç ayrı yoldan başka mecralara akıp gidiyor. O konuşulanların başka zamanlarda ve mekânlarda nerelere ve nasıl evrildiğini takip ettim ben. Burada sarf edilmiş cümlelerin bambaşka mekânlarda ne ifade ettiğine, bugün söylenmiş bir cümlenin uzun yıllar sonra neye tekâbül ettiğine baktım.

-“Hikâyeyi burada da bitirse olurmuş” dediğim anlar oldu Beni Hikâyeden Çıkart’ı okurken. Hikâyelerinizi tekrar dönüp okuduğunuzda “Burada da bitirebilirmişim” yahut “Şu da eklenebilirmiş” dediğiniz oluyor mu?

-Elbette olabilir. Ben özellikle öyküde fazlalıkları atmak için özel gayret sarf ediyorum. Daha da atmam gerekenler elbette olabilir. Tek kelime fazlalık dahi öykünün insicamını bozuyor.

Beni Hikâyeden Çıkart’ın tamamlaması gereken bir yolculuğu vardı. Estetik ya da sanatsal kaygılarla hikâyeyi burada da bitirsem olurmuş dediğim çok yer olabilir elbette. Ama öyküler yarı yolda kalmış olacaklardı. Yolculuklarını tamamlamaları daha önemliydi. Varsa da bu sebepten orada kesilmemişlerdir.

HATİCE EBRAR

İskenderun’da doğdu. Kahramanmaraşlı. Hece Öykü, İtibar, Yedi İklim, Türk Dili dergilerinde öykü ve deneme yazdı. Millî Gazete, Dünya Bizim ve Edebistan isimli kültür sanat sitelerinde, kitap incelemeleri ve söyleşiler yaptı. “Nuri Pakdil’in Tiyatrolarında Vicdan” isimli yüksek lisans tezini hazırladı.

Diğer Yazıları