Menu
AYNUR DİLBER İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • AYNUR DİLBER İLE SÖYLEŞİ

AYNUR DİLBER İLE SÖYLEŞİ

-Öykü yazmaya nasıl başladınız?

-Beni yazmaya iten saiklerin ne olduğu üzerine düşündüm daha önce. İlk cevabımın mizacım olduğuna karar verdim. Çocukluktan beri içimdeki özel dünyanın farkındaydım. Orada bana ait bir dünya vardı. Ya kendimle ya da onunla; anlamadığım, üzüldüğüm, çözemediğim ya da olmasını istediğim, olmayan şeyler üzerine konuşurdum. İçimdeki dünya bir zaman geldi ki dışımdaki dünyadan ayrıştı. O dış dünya, beni karnından dışarıya attı ya da ben dünyanın karnında artık nefes alamaz oldum. Bu cümlenin ne manaya geldiğini biliyorum sanırım ve onu söylemeyi hak ettiğimi düşünüyorum. Çünkü insana dair yaşadığım yıkım, bana bir karar aldırdı. Yazarak yaşamaya karar verdim. Bu mizacım ile ilgili kısım.

İkinci cevabım ise öncelikle üniversite son sınıfta dersimize giren Ülkü Eliuz hocamın içimde yaktığı kıvılcımlarla edebiyata tutkumun artması ve bu tutku sebebiyle İstanbul'a gelişim. Kader de giriyor burada devreye zira öğretmen olarak başka bir yere atanabilirdim. Fakat ben İstanbul olmasını çok istiyordum. Bir yazarı en çok geliştirecek yerin İstanbul olduğunu düşünmüştüm. Burada iki yıl sonra yazarlık atölyesinde Güray Süngü ile tanıştım. İlk dersinde ait olduğum yerde olduğumu hissettim. Sonraki derslerde de hep böyle hissettim. Eve her defasında mutlu döndüğüm bir yerdi atölye. İlk dersten itibaren onun romanlarını, hikâyelerini okumaya başlamıştım. Anlattıkları, benim içimde kurduğum dünyaya çok yakındı. Güray Süngü'yle ilk olarak kendi içimde kurduğum bağ, kitapları sayesinde diyebilirim bu yüzden. Biz, ikinci atölye dersinde bir metin yazıp getirdik atölyeye. Dünyayı yavrularını yiyen bir hayvana benzetmiş, yarım bardak suyun yarımlığındaki sızıdan bahsetmiştim. Metin zayıftı elbette ama bende bir şeyler görmüş olmalıydı hocam. Çok yeteneklisin, dedi. Bir yazarın bu cümleyi kurması beni mest etti. Sonra senin de kafan benim gibi kırık, dedi. Yine tekrar olacak ama bir yazarın beni kendine benzetmesiyle iyice havalara uçtum. Dallarım kuşlandı, kollarım kanatlandı. O dakikalar benim için hep unutulmaz ve özel kalacak. Akşam eve gelince on gibi, kendime dedim ki kızım bir yazar sana kafan benim gibi kırık, dedi. Yazmalısın.  Bu yüzden hep söyledim ve her yerde söylemekten de gurur duyuyorum. Beni yazabileceğime inandıran Güray Süngü oldu. Cesaretlendirmeye inanıyorum. Cesaretlendirmeliyiz, en kötü ne olabilir mesela? Hiçbir şey çıkmayabilir belki. Ne kaybederiz ki?

Üçüncü cevabım kitaplar ve atölyedeki arkadaşlarım olacak. Okuduğum kitaplar da beni yazabileceğime inandırdı. Çünkü onlar gibi düşünüyor ve hissediyordum. Bazen benzer cümleler kurduğumuza şahit oluyordum. Bu, yazmayı epey ilerlettikten sonra da böyle devam etti, ediyor. Atölyeye hikâye denemeleri yazıp gidiyorduk iki haftada bir. Arkadaşlar beğeniyordu ve gururum okşanıyordu doğrusu. Yani iyiden iyiye yazabileceğime inandım ve durmadan durmadan yazdım.

-Trabzon’dan İstanbul’a uzanan bir hikâyeniz var. Ancak öykülerinizde Trabzon’u bulmak güç. Daha çok İstanbul’un, caddelerin, bulvarların mutsuz kadınları ve meşgul erkekleri var.

-Doğrudan değil ama detaylarda saklı bir Trabzon var. Yeşillik, dağ, deniz vs. İlk hikâyem “Üç Tek” mekân olarak denizde geçer. Denizin içinde doğdum desem yeridir. Babamın omuzlarında denize girdiğim günlerden daha onlu yaşlardayken insanlar kıyıda karıncalar gibi küçücük kalana dek açılırdım. Her yaz memlekete gitmem, yüzmem, denizaltı gözlüğüyle balıkları, yosunları seyretmem, hep denizle kurduğum bağla ilgili ve bunun bir şekilde hikâyelerde yer aldığını düşünüyorum.

Mutsuz kadınlar, meşgul erkekler ifadesi Abdullah Harmancı Bey'in bir tespitiydi. Bizler genelde ilk eleştirilerden yola çıkarak hemen hemen benzer şeyleri zihnimizde tekrarlıyoruz. Aslında tamamen böyle değil. Mesela ilk öyküm Üç Tek'te mutsuz kadın ve meşgul erkek yok. Bir babanın yaptığı tek bir hatadan dolayı büyük bir bedel ödeyişi var. Tek bir hatanın, doğruya doğru dememenin, ucu sana dokununca doğru bildiğini yapmaktan vazgeçişin nelere yol açabileceğini anlatmak istedim. Tam üç can bedelini ödedi bu hatanın. İki kilolu kızın hikâyesini anlattım “Bazen” adlı hikâyemde. “Gök Yıldızları Kabristanı” nda en nihayetinde hep aynı hikâye içinde olduğumuzu, birinin ölümüyle öbürümüzün doğduğunu, zincirler şeklinde birbirimizle tamamladığımızı, son olarak da hepimizin aynı yaşta dirileceğini anlatmaya çalıştım. “Kelebek Takvimi” nde bir mahpushanede kendi mevsimlerine göre yaşayan mahkumların biraz gerçeküstü gelebilecek bir hikâyesi var. Dışarıda hava eksi beş derece ise koğuşta hava bir bahar gününü andırabiliyor. “İsim Defterleri” kendine isimler bulan bir karakterin, bir kimlik arayışının hikâyesi. “Aynısı” bir oğulun benzemek istemediği babasıyla bir psikolog tarafından yüzleştirilmesinin hikâyesi. “Mutsuz Aile Çocukları” adlı hikâyede ise esas mesele “görmek” le ilgilidir mutsuzlukla değil. Görmeye başlayınca her şey düzelir. Velhasıl mutsuz kadınlar ve meşgul erkeklere indirgemek haksızlık olur. Mutsuz kadın hikâyelerinde de günümüz erkek kadın iletişimsizliğini, ilişkisini, karşılıksız aşkı anlatmaya çalıştım.

Neden Trabzon yok, şöyle de cevap verebilirim: Bugün Trabzon'u, Malatya'dan ayıran pek bir şey var mı diye düşünüyorum da pek yok gibi. Dünyanın bir köy olarak addedildiği bir zamanda yaşıyoruz. Duyumsadığım dünyanın hikâyesini yazıyorum. Ayrıca Faulkner gibi düşünüyorum bu konuda biraz. İnsanın başına gelen şeyler, dünyanın öbür ucunda dahi hemen hemen aynı şeylerdir. Birini kaybettiğimizde canımız yanıyor. Malatya'daki için de böyle Trabzon'daki için de.

-Kendi yolunu çizmek güzeldir. Fakat birisinden bir konuda ‘el almak’ da güzeldir. Yazma konusunda, Güray Süngü’nün öğrencisi olmak, üzerinizde nasıl bir etki bırakıyor?

-Kendi yolunu çizmek ve el almak birbiriyle çelişen şeyler değil aslında. El almak derken neyi kastediyorsunuz mesela? 2000’li yıllarda, hakiki manada el almak diye bir şey var mı? Var olduğunu sanmıyorum. Usta çırak ilişkisi kurulacak kadar özel bir zaman ve mekân yok bir kere. Çırak, her daim ustasının yanındadır gelenekte. Bizse haftada bir kere ve topluca yirmi- otuz kişi bir araya geliyoruz. Böyle bir ortamda kavramın işaret ettiği anlamda el almak pek mümkün değil.

Süngü’nün öğrencisi olmayı benim tercih ettiğimin öncelikle bilinmesini isterim. Neden? Çünkü başka birinin öğrencisi olamazdım, olamadım da. Bunun sebebine az sonra değineceğim. O benim hocamdır en başta ama ben onu esasen oturup sohbet ederek tanımadım. Ben Güray Süngü'yü kitaplarını okuyup, orada anlattıklarına çarpılarak, kalbim delinerek ve o sayede kendimdeki eğriliği büğrülüğü severek, o eğriliği büğrülüğü bana sevdireni kendi iç dünyamda daha da severek, yücelterek tanıdım. Ben kendi adıma onun metinleriyle kurduğum bu ilişkiyi her türlü bağın ötesinde, hoca talebe ilişkisinin kat be kat üstünde, çok daha erişilemez, çok daha güzide bir yerde görüyorum. Onun dersine bir öğrenci olarak gittiğimde bile hocam olarak değil de hep bu nazarla baktım ona. Düş Kesiği'nin yazarı, Deli Gömleği'nin yazarı, Mehmet'i Sakatlayan Serçe Parmağı’nın yazarı. Ondan çok çok kıymetli şeyler öğrendim. Bunların daha azı öyküyle ilgilidir. Bu eserleri yazmış bir yazarın soluduğu havayı solumak elbette ki benim için müthiş bir ayrıcalıktı. Agathe, uçtuğu var mı ruhunun bambaşka denizlere, bambaşka semalara, diyor ya Baudelaire, Trabzon’dan İstanbul’a kalkmış gelmiş bir Aynur için Güray Süngü'nün dersleri o bambaşka semalar, bambaşka denizlere uçmak gibiydi.Hayata dair, insana dair, lekeye, eğriliğe büğrülüğe dair, karanlığa dair çok çok çok şeyi ağzından büyülenerek dinledim, dinledik. Büyülerdi bizi konuşurken. Gerçekten. Öyküye dair değil, insana dair. Sadece ben değil. Çoğu öğrencisi eminim benim gibi hissederdi. Kalbimizi doğrayıp elimize verirdi. Ben hamdım, pişiyordum onun derslerinde. Tohum sevdiği toprağı bulunca en sonunda yeşerirdi, ben de buldum toprağımı ve yeşermeye durdum.

Hoca olarak Güray Süngü ise yasaklar koymayan, şöyle yaz, böyle yaz demeyen, müdahale etmeyen, dolayısıyla size kendi yolunuzu çizdiren hakikaten çok şefkatli, nazik, en çok da anlayışlı bir hocadır. Duygularınıza, düşüncelerinize saygı duyar, dinler sizi, onun yanında çok rahat hissettiğiniz için rahatça da konuşursunuz. Ona itiraz edebilirsiniz, katılmayabilirsiniz. Yani sorunuzdaki hoca talebe figürüne pek uymaz Güray Süngü. O öğrencilerine kendiniz olun, diyen, kendi yolunu buldurandır zaten.

-Güray Süngü’nün öğrencisi olsanız bile kendi başarınızı külliyen ona ithaf edebilir misiniz? Evetse, bu biraz hastalıklı bir durum değil mi? Yani daha açık söylemek gerekirse “Hocam, siz olmasanız, bugünlere gelemezdim, bu eserleri yazamazdım” gibi bir tutum içerisinde olmak, yazar tavrıyla bağdaşabilir mi?

-Güray Süngü de Hüseyin Su'nun öğrencisidir ki onların ilişkisi daha baş başa bir ilişkiydi. Güray Süngü'nün başarısını Hüseyin Su'ya atfedebilir miyiz sizce?  Hayır. Ama üzerinde emeği vardır. Benim için de daha doğrusu tüm hoca talebe ilişkisi içinde olanlar için de böyle düşünebiliriz. Yahya Kemal Beyatlı'nın öğrencisi olan Ahmet Hamdi Tanpınar için de böyledir.

Ben teşekkür etmeyi ibadet bilen bir inanca mensubum ayrıca. Sabah doğan güneşten gece beliren aya, yıldızlara dek her şeye şükretmemiz gerekirken üzerimizde hakkı olan, emeği geçen insanlara teşekkür etmemek, şükran duymamak büyük bir nankörlük olur. Ben o nankörlerden olmak istemem. Bunu vicdanım kaldırmaz. Hele Güray Süngü gibi bir insan olunca.

Ama şunu da rahatlıkla söyleyebilirim ki Huzur'u nasıl Tanpınar yazmışsa Az Hüzünlü Bir Yer’i de ben yazdım.

-Sadece öykü ve şiir yazıyorsunuz. Öykü kuramı ve eleştirisi üzerine hiç yazmadığınızı gözlemliyoruz. Özel bir sebebi var mı?

-Roman, deneme, tiyatro, biyografi de yazmıyorum. Henüz yazmıyorum. Öykü kuramı ve eleştirisi üzerine yazılanları ise okuyorum. Şiir ve öykü yazmak ve çeşitli okumalar yapmak zaten yeterince zaman ve emek istiyor. Şimdilik zamanımı bunlara ayırmaktan yanayım. Bir de eleştiri gerçekten çok ciddi bir bilgi birikimi istiyor. Eleştirmenin o eseri veren yazardan daha donanımlı olması gerekir. Bugün ise yazarından daha donanımlı olan eleştirmen yok neredeyse. Handan Acar Yıldız'ın Muhayyeldergide “Deklanşörün Sesi” köşesinde iyi inceleme yazıları var. Onları önemsiyorum.

-Öykü yazarken konu neden ve nasıl şiire geldi?

-Çünkü ben heyecanlı, duyguları coşkun ve onları aşırı uçlarda yaşayan, melankolinin yanında sorgulayan bir insanım. Dünyaya sorduğum cevapsız sorular, gözüme batan şeyler var. O baskın duygulardan, öfkeden, arayıştan, melankoliden, sorulardan, acıdan hem kurtulmak hem onlarla yüzleşmek hem onlara cevap bulmak için bir şeyler yazıyordum zaten kendi kendime. Boğazıma yapışan duygunun, düşüncenin, acının, karamsarlığın parmaklarını bir bir açmayı deniyordum. Saklamayacağım. Hoşuma gidiyorlardı günler sonra durulunca okuduğumda. Dergilerde okuduğum pek çok şiir gibi olduklarını hatta ortalamadan daha iyi olduklarını düşündüm. Ciddi biçimde öykü gibi şiir üzerine eğilmeye karar verdim. Aslında yazar çevremden kimse buna pek sıcak bakmadı. Birinin ötekinin önüne geçebileceğini söyleyen oldu. Ama nasıl her insanın rızkı varsa her türün de kendi rızkı var. Kendi kararımı kendim verdim. Yayımlattım şiirleri. İtibar'da altı şiir, Eylül'de Hece'de bir şiirim yayımlandı. Çok güzel dönütler aldım. Bir şiir kitabı olacak kadar şiir de birikti doğrusu.

Şiir benim için geçici bir heves değil. Kendimi, dünyayı anlamamda, anlatmamda öykü gibi bir imkân.

-Dergilerde eser yayımlama konusunda, özel bir tutumunuz var mı? Örneğin, neye göre ‘o dergi’de yayımlar veya yayımlamazsınız?

-Nitelikli bulduğum dergilere eserlerimi gönderiyorum. Burada Allah yazıyor, bunu sil sonra gönder diyen hiçbir dergiye metin göndermek istemem. Bu tavır edebiyatın inceliğine sığmayacak kadar sakil çünkü.

Gönül isterdi ki yazan insanlar bu ideolojik, dinî bölünmeleri aşsın. Tek bir fikir, inanç yok ki yobazları, sapkınları olmasın.

Aşmalıyız bunları. Herkesin elbette bir rengi olacak. Ama unutmamalıyız ki iki ayağı üstünde duran varlıklarız, insan kardeşiyiz, saygı duymak zorundayız birbirimize.

-Bir öykünüzde, “dere gider kumu kalır” diyorsunuz. Bilinen atasözleri ve deyimlerin, bu şekilde değiştirilerek kullanılmasını eleştirenler var. Nasıl bakıyorsunuz?

-Aslında annemden çok sık duyduğum için olsa gerek bu atasözünün bendeki doğru ifadesi bu olmuş. Bizim oralarda bu şekilde söyleniyor demek ki. Atasözleri ve deyimlerin asırlardır nasıl kullanıyorsa elbette öyle kullanılmasından yanayım. Kendim de deyim kurmayı denedim ayrıca. Dalları kuşlanmak diye bir ifadeyi çok sevinmek manasında öykülerimde kullandım. Çok sevenin gözüne yaş düşermiş, gönlüne yaş, hakeza. Bunlar tabii ki deyim, atasözü değil ama öyle sanan okurlar oldu. Benim bayağı hoşuma gitti.

-Az Hüzünlü Bir Yer, kitaptaki herhangi bir öykünün başlığı değil ama genel olarak öykülerin tamamını kapsayan bir isim. Öfkeli ve kırık bir anlatıcı var öykülerde. Hüzünlü olmasını buna yorabilir miyiz?

-Dostoyevski’den Proust'a kadar insanın hikayesini anlatmayı başarmış yazarlar ıstırabı, kederi, hüznü yüceltiyor. Hüzün benim arkadaşımdır diyen fahrikâinat Hazreti Muhammet var en başta. Gerçekten insan nasıl mahzun olmasın bu dünyada. Bir yaprak dalından yere düşüyor, kuruyor, dağılıp gidiyor. Yok oluyor. Aklımız ve kalbimizle bunun üzerine biraz eğilince ağrı başlıyor. Biraz aklı ve kalbi olanın elbette hüznü de olacak. Ben buna yoruyorum.

-Bazen öykünün başlığı güzel oluyor, kurgusu kötü oluyor. Bazen kurgu güzel oluyor, konusu sıkıcı oluyor. Bazen konusu güzel oluyor, anlatıcı lafı çok dolandırıyor. Derken, Aynur Dilber’in, bir öyküde ilk olarak aradığı, görmek istediği şey nedir?

-Tek bir şey söylersem aynı şeyi söylemiş olacağız. Dili çok önemsiyorum elbette. Kelimelerin yarattıkları ahenge bayılıyorum. Divan edebiyatında biçim çok çok önemlidir. Fakat o biçime anlamı da pek âlâ giydirmiştir şâirler. Yazar da o yaratıcı dille ister fantastik ister oldukça realist bir şekilde olsun hiç fark etmez, gerçekten insana değecek bir duygu dünyası yaratmayı başarabilmeli, bir şeyleri değiştirebilmeli bence okurunda. Neyi anlattığını nasıl anlattığı kadar önemsiyorum doğrusu. Sabah kalkıp iki yumurta kıran bir insan anlatılıyorsa orada benim görmem istenen başka bir şey daha olmalı. Metnin bu anlamda yaratıcı yönünü, farklı bir bakış sunmasını önemsiyorum.Dil, mana, yaratıcılık gibi kavramlarla özetleyebilirim. Bunları benim ne kadar yapabildiğim de ayrı bir mesele tabii.

-Az Hüzünlü Bir Yer’e yazıldığı ve yayımlandığı hâlde giremeyen öyküler var mı? Kitaba almak istediğiniz öyküleri, neye göre belirlediniz?

-Çok var. İçime daha çok sinenleri, daha başarılı bulduklarımı, çeşitliliği de düşünerek kitaba aldım.

-Edebistan’da yayımlanan bir öykünüzü okumuştum. Başlığı “Yeni Vaka”ydı. Bu öykünüzü, ilk kitabınızda göremedim. Bu kadar kısa, keyifli ve tatlı bir öyküyü neden kitabınıza almadığınızı merak ediyorum doğrusu.

-Daha zayıf geldiği için. İlk yıl (yazmaya başladığım) durmadan yazdığım öykülerden biriydi.  Bana daha zayıf gelen bazen okuru daha çok etkileyebiliyor. Bunu kitaba yapılan dönüşlerden anladım.

-Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim.

-Ben çok teşekkür ediyorum.

HATİCE EBRAR

İskenderun’da doğdu. Kahramanmaraşlı. Hece Öykü, İtibar, Yedi İklim, Türk Dili dergilerinde öykü ve deneme yazdı. Millî Gazete, Dünya Bizim ve Edebistan isimli kültür sanat sitelerinde, kitap incelemeleri ve söyleşiler yaptı. “Nuri Pakdil’in Tiyatrolarında Vicdan” isimli yüksek lisans tezini hazırladı.