Menu
AYŞEGÜL KOCABIÇAK İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • AYŞEGÜL KOCABIÇAK İLE SÖYLEŞİ

AYŞEGÜL KOCABIÇAK İLE SÖYLEŞİ

Ayşegül Kocabıçak, ilk öykü kitabı Dilsiz Annelerin Sessiz Çocukları ve Ben Söylemem Sen Anla ismindeki ikinci öykü kitabıyla öykünün dallarına tutunarak yol almaya çalışan bir öykücü.

Dilsiz Annelerin Sessiz Çocukları, kendi içerisinde üç bölüme ayrılıyor. Her bölümün öyküleri kendi içinde anlamlı. “Sessiz Çocuklar” bölümünde, çocukların sessiz çığlıkları duyuluyor. Babası annesini döverken korkudan seslerini çıkaramayan çocuklar, yoksulluklarının farkına vardıklarında susmayı öğrenen, çığlıklarını göğüslerine bastıran çocukların öyküleri anlatılıyor bu bölümde. “Sessiz Çocuklar” bölümünde kurgusu, konusu ve anlatımıyla “Köpük” ve “Erik” isimli öyküler öne çıkıyor. “Dilsiz Anneler”de, dışlanan, sevgi ve merhamet görmeyen, ezilen kadınların öyküleri anlatılıyor. Bu bölümün en etkileyici öyküsü “Balerin” oluyor. “Ve Biz… Her Birimiz…” bölümünde, herhangi birinin öyküsü anlatılıyor. Anlatıcıya göre, o herhangi biri herkes olabilir. Annesinin peşine düşen bir kız, olmadık kişilere aşık olan karakterler öyküleniyor. “Ben Söylemem Sen Anla”nın öyküleri de konu, karakter ve anlatım bakımından ilk öykü kitabının izinden gidiyor. Kocalarından çok çeken çilekeş kadınlar, mutsuz ve ilgisiz, küçük yaşına rağmen hayata dair bilmemesi gereken bilgi ve duyguları bilen/tadan çocuklar, içleri kan ağlarken yüzleri gülen insanlar, hayatı eğlence bilenler, kendi yaşadığı hayatı istemeyen, başka hayatlara özenenler, katlanmak zorunda kalınan hayatlar… Kocabıçak’ın izleğinde, hayattan çok çekmiş, hüzne düşmüş insanların öyküleri var.

Öykülerdeki en belirgin mesaj, toplum denilen kötü tanrının her dediğine kulak veren, her dediğini dinleyen insanların başlarının beladan kurtulmayacağıdır. Anlatıcıya göre bu insanlar, hayat boyu mutsuz olurlar. Doğanın güzellikleri dururken kendini AVM’lere hapseden insanlara da anlam veremez anlatıcı. Buralar ruhsuz olduğu gibi insanın hisseden yanlarını da köreltir ve duyarsızlaştırır. “Ruhsuz alışveriş merkezlerinden birinde eşimle kızım, mağazadan mağazaya hipnotize edilmiş bir şekilde ve ‘ağızlarından salyalar akan zombiler’ kıvamında gezinirlerken en üst kattaki kitapçıya gidip yeni gelen dergilere bakayım, diyorum. Diyorum ama…” Anlatıcı, hayatın her alanındaki zorlamaya karşı olduğu gibi dini anlamdaki zorlamaya da karşıdır. “Allah yakar, cehenneme atar” diyenleri, kaba saba konuşan din adamlarını eleştirir.

Ayşegül Kocabıçak, her iki öykü kitabında da çaresizlere, umutsuzlara ses olmaya çalışıyor.

z2-İlk öykü kitabınız “Dilsiz Annelerin Sessiz Çocukları” ismi ve kitap kapağıyla kendine çekiyor okuru. Bu kitabın bölümler hâlinde olması önceden düşünülmüş müydü, yoksa öyküler oluştuktan sonra mı böyle bir bölümleme düşünüldü?

Dosya yayınevim tarafında düzenlenip son okuma için pdf olarak bana gönderildiğinde “içindekiler” kısmını okurken aklıma gelen bir fikirdi. Son akşam! Neredeyse hiç düşünmeden o an kendiliğinden gelişti. Zihnimde bir anda bölünüverdi öyküler. Yayınevi ve editörüm de onaylayınca son hali bu şekilde üç bölüm oldu.

İkinci öykü kitabınız, “Ben Söylemem Sen Anla” yine kapağı ve ismiyle dikkat çekiyor. Öyküler arasında kitapla aynı adı taşıyan bir öyküye rastlanmıyor. Neden bu ismi tercih ettiniz?

-Kitapta yer alan öyküleri yazarken daha –dosya olacağı bile belirsizken- bu dört kelime dilime takılıyordu. Özellikle “Öylesine” ve Modern Zamanlarda Bir Leyla Mecnun Hikâyesi’ni yazarken sürekli içimden tekrarladığımı net hatırlıyorum. Dosya bittiğinde ise aklıma ilk bu isim geldi, ilk okuma için yayınevine gönderirken bile bu isimle gönderdim, hiç tereddüt etmedim, değiştirmedim, onlar da ellemediler sağ olsunlar. Bir de “Ben Söylemem Sen Anla” kendi başına bir öykü tanımı sanki. Alt metni olan, anlatmak yerine gösteren ve anlaşılmayı karşı tarafa bırakan…

Annelik size, dolayısıyla öykülerinize çocuğun dünyasını yakalama, onun gözüyle bakabilme imkânı vermiş. Hem çalışıyor olmak, hem ev kadını olmak hem de anne olmak yazmayı zorlaştırıyor mu?

-Hem de nasıl! Biri on altı diğeri on bir yaşında iki çocuk annesiyim. Tam zamanlı bir işim ve yılın yarısını işi nedeniyle şehir dışında geçirmek zorunda olan bir eşim var. Yemek, temizlik ve eş-dost görüşmelerini de eklersek çok da eğlenceli bir hayat değil. Hafta içi her sabah beş buçukta uyanıp gece bir civarı uyuyorum. Haftada bir gün belki daha erken uyuduğum-sızdığım oluyor. Zor bir hayat ama aynı zamanda da besleyici ve bu benim seçimim. Sürekli akan bir hayat ve hep devam eden ilişkiler. İki tane tohumun ağaç olmasını günü gününe izlemek, tanık olmak, tadını çıkarmak. Keşke bir gün otuz saat olsaydı ve birkaç gün uyumadan da günlük hayatımıza devam edebilseydik, o zaman hiç şikâyet etmezdim herhalde.

-“Ben Söylemem Sen Anla”da, yeni neslin, vakti gelmeden önce öğrendikleri bilgiler karşısında şaşkınlığını gizleyemiyor anlatıcı. “Neler de biliyor bu yeni nesil. Ne kadar da seviyorlar kendilerini, tanıyorlar. Aşkı bilmez bunlar diye kendimizi teselli etmeye çalışıyoruz ama maşallahları var.” (Sonda, s.77) Kimi öykülerinizde de cinsel anlamda, bilmemeleri gereken bilgileri öğreniyor çocuklar. Çocukların vaktinden önce birtakım şeylerle tanışmalarına bakışınız nasıldır bir öykücü-anne olarak?

-Ben küçükken vaktinden önce öğrenmememiz gerekenleri öğrenebileceğimiz üç kaynak vardı. Televizyon, gazete, kitap ve üçü de büyüklerin denetiminde eve girer yine onların izin verdiği ölçüde takip edilirdi. Büyük ölçüde koruma altındaydık.

Şimdi çocuklar korkunç bir bilgi kirliliği içinde büyüyorlar ve çoğu şeyi bizim zamanımıza göre (çok yaşlı hissettim) çok daha erken öğreniyorlar. İnternet sayesinde sosyal medya, mail ve mesaj grupları, videolar, online oyunlardaki –tanımadıkları insanlarla- karşılıklı sohbetler ve sayısız kitap ve televizyon. Hangi birine müdahale edebiliriz ki? Mümkün değil.

Bu konuyu kızımın ergenliğinin başlarında çok düşündüm ve şöyle bir çözüm buldum. İlgi duyduğunu anladığım her konuyu büyük bir açıklıkla ve fazla karmaşıklaştırmadan anlatmak. Sorularını doğal olarak ve basitçe cevapladığımda konuların üzerinde durmadığını gördükçe doğru olanı yaptığımı anladım. “tu, kaka, ayıp” devri bitti artık. Ya sizden doğrusunu öğrenir ya da dışarıda kontrolünüz dışında kirli bilgilerle! Çünkü çocuklar çok akıllı ve meraklı. Yeter ki o soruyu yakalamasınlar cevabını mutlaka öğreniyorlar. Kızımla -şimdilik- iyi gidiyoruz ama oğlumda neler yaşayacağım bilmiyorum ve korkuyorum açıkçası, dilerim her şeyi öğrenmesi gereken yaşta ve doğru öğrensin.

z1-Öykülerde üzülürken eğlenmeyi ihmal etmeyen karakterler var. Ama umutlu karakterlere yok denecek kadar az rastlıyoruz. Öykülerinizi, karanlık dünyaya bir umut olsun için yazmıyor musunuz? Bir öykücü/yazar, “ne için yazar”ın cevabı olacak bu.

-Umutsuzluğuma umut olsun diye yazıyorum aslında. Hüznüm ve karamsarlığım hep cebimdedir ama hayal kurmayı, umut etmeyi de çok severim. Yazıyorsam önce kendim için yazıyorum çünkü yazarak içimdekileri akıtabiliyorum, kanamak veya kusmak gibi. Fazlalıklarımdan kurtuluyorum sanki ve çok isterdim; dünyada karanlık olan ne varsa kelimelerimle umut ışığı olabileyim.

-“Anlayamadıkça daha çok okuyorum, ezbere bildiğim ve hâlâ anlayamadığım öyküleriyle dolduruyorum beynimi.” (Öylesine, s. 49) Bazı öykülerin dünyasına girmek zor. Anlaşılmaz, karmaşık öykülerle karşılaştığınızda nasıl davranıyorsunuz o öyküye?

-Önce duygusuna bakarım. Öyküden bana geçen bir his varsa bulmaca çözer gibi çözmeye çalışırım. Defalarca okurum, yazarı tanıyorsam ulaşır sorarım, anlamak için çabalarım ama sırf deneysel olsun, teknik konuşturayım şeklinde yazılmışsa – ya da ben yanılıp öyle de hissetmişsem- duygu geçişi yoksa uğraşmam açıkçası. Okumam. Çünkü çok az zamanım var ve okumamı bekleyen, merak ettiğim çok fazla metin.

-Öykülerdeki erkek karakterler, kadına karşı hep hoyrat ve kaba. Odun öyküsündeki yaşlı amca da öyle. Yedisinde neyse yetmişinde de o, der gibisiniz. Anlatıcı, erkek karakterlere karşı hep olumsuz mu bakıyor? “Erkek karakterlerime haksızlık ediyorum” dediğiniz oluyor mu?

-Hayatım boyunca mükemmele yakın çok kadın tanıdım. Annem, ilkokul öğretmenim ve daha başkaları! Erkekler için ise aynını söyleyemem, dünyadaki kötülüklerde kadınlardan daha çok erkeklerin payı olduğunu düşünüyorum, üzgünüm ama benim için öyle. Bu tabii ki tüm erkekler için yapılmış bir genelleme değil ama etrafımıza bakarsak cinsel istismar, kadına yönelik şiddet, trafik terörü, siyaset, savaşlar, terör vb. hep erk egemen güçlerin eseri. O yüzden “haksızlık ediyorum” değil de “az bile yazıyorum” dediğim anlar bile oluyor, maalesef.

-İlk kitabınız “Aşk Bu” denemelerden oluşuyor. İkinci kitabınız öykü olarak çıkıyor okur karşısına. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? “İlk kitabım öykü olmalıydı” dediğiniz oluyor mu?

-Olmuyor. Yazma türleri arasında gezinebilmeliyiz bence. Sadece roman, sadece öykü, sadece şiir olmak zorunda değil. Tek bir tür ya da türler arasında gezinmek tamamen kişisel bir tercihtir.

O zaman öykü yazmıyordum. “Aşk Bu” çok acemice ve acele oluşturulmuş bir kitap ama bana açtığı yol anlamlı. Her yazdığım, yazıldığı dönemde ve yazılma amacına göre değerli benim için.

-Öykülerinizde kelime oyunlarına girmeden, lafı dolandırmadan doğrudan anlatıyorsunuz, neler söylersiniz bu konuda?

-Aslında çok oynuyorum kelimelerle ama en damıtılmışında karar kılıyorum. Süslemeden, ağdalamadan söyleyiveriyorum. Tabii ki alt metinde vermek istediğim farklı bir mesaj mutlaka oluyor ya da sondaki şaşırtmaları da seviyorum ama evet dolanmaktan, uzatmaktan hoşlanmıyorum. Hayat zaten çok dolambaçlı değil mi?

z3-Her öykücünün bir öykü dünyası/anlayışı var. Öykü dünyanızın ustaları kimlerdir?

-Ooo öyle çok ki! Kuramsal anlamda Necip Tosun ve Hülya Soyşekerci. İkisi de akademik dilin karmaşık(bana göre) ağına düşmeden yalın ve kapsamlı bir öğreti sunuyor, kolay okunuyor ve çok şey öğretiyorlar.

Öykücü olarak Füruzan başta olmak üzere Sevgi Soysal, Barış Bıçakçı, Mahir Ünsal Eriş, Saroyan, Etgar Keret, Raymond Carver, Neslihan Önderoğlu, E.Galeano, Berna Durmaz, Türker Ayyıldız ve Suzan Bilgen Özgün. Bu saydığım isimler -ve unuttuklarımda vardır mutlaka- öykülerini kendime örnek alarak ve severek okuduğum isimler.

HATİCE EBRAR

İskenderun’da doğdu. Kahramanmaraşlı. Hece Öykü, İtibar, Yedi İklim, Türk Dili dergilerinde öykü ve deneme yazdı. Millî Gazete, Dünya Bizim ve Edebistan isimli kültür sanat sitelerinde, kitap incelemeleri ve söyleşiler yaptı. “Nuri Pakdil’in Tiyatrolarında Vicdan” isimli yüksek lisans tezini hazırladı.

Diğer Yazıları