Menu
ÖPÜCÜK
Öykü • ÖPÜCÜK

ÖPÜCÜK

Aslında gereğinden fazla düşünmüştü. Vakit yoktu. Daha fazla incelerse mühim bir fırsatı kaçırmış olabilirdi. Yoksa gene faydasız, upuzun, yıldıran, öldüren ama bir türlü ondurmayan sefil bekleyişler içine girecekti.

Vicdan azabı duymadı, çelişik duygularla çırpınmadı değil. Ama her seferinde O yetişmişti. Büyük Karar’ın da onun oynadığı rol inkâr edilemezdi. Söylediği her söz gururunu okşuyor, garip bir enerji veriyordu. Hangi mektepten olduğunu bilemese de, adam bilgiliydi.

En müstesna medreselerden yetişmiş gibi bir üslûbu vardı, hitabeti etkiliydi. Yeninin, değişimin öneminden bahsediyordu. İstikbalde seçkinliği, itibarı, yönetme gücü, her faniye nasip olmayan meziyetleri daha iyi ortaya çıkabilirdi. Şimdi yaptığı bütün işler gölgedeydi, kendini yeterince gösteremiyordu.

O; sabırsızlığını körüklüyor, “kaderinin Sahibi” olarak harekete geçmesini, altın fırsatları tepmemesini salık veriyor; gizli aşikâr çeşitli ima ve işaretlerde bulunuyordu..

Zaman..zaman bir türlü ilerlemiyordu. Ve Dahhâk* bazen ümitsizliğe düşüyordu. Oysa tarihin akışı hızlandırılmalıydı.

Nihayet bir gece… Meşum ve tatlı, kötü ve mükemmel, hain ve sevimli, akla ziyan ve gerekli...

Çukur, karanlık sular, batak, kuyu aranırsa bulunurdu. Uykusu kaçan ihtiyar adam, gece bahçeye çıkmış, dolaşıyordu.Yanına yaklaştı.  Cana yakın konuşuyordu, sonra dostça saygıyla sırtını okşadı, kol kola dolaştılar. Bahçenin kuytu bir yerine gelmişlerdi.

Hükümdar Mirdas bir önseziyle ürperdi ama kuşkuyu, kötü zan ve aniden çöken sıkıntıyı dini bütünlüğüne, insanlığına yakıştıramadı. Ahırdan, cins atlarının olduğu bölümden huzursuz kişnemeler duyuldu. Dışarıda çakallar uluyordu. Ufku baykuşlar kaplamıştı. Mirdas irkildi. İki çelik pençe birden onu, önceden hazırlanılmış kuyuya itiverdi. Ses(i) bile çıkmamıştı. Kısa bir an, o kadar. Kolayca.

Dahhâk, birlikte kuyuya atılmış gibi; batıcı, tedirginlik yaratan bir his duydu. Sanki birisi kurtulmak için çabalıyordu. Kuyunun derinliklerindeki öz babası mıydı yoksa kendisi mi? Belki kalbi de yerinden söküp atmak lâzımdı. Ancak bir güç perdesiyle sızıların, baş göstermeye çalışan aptal, safderun duyguların üstü örtülüyordu.

Dahhâk kuyuya atladı, geri çıktı, atladı, tekrar çıktı. Fakat dünya kuyu doluydu ve bu ilk  “düşüş” değildi. Muzaffer Dahhâk, kuyudan kurtulduğunu sandığında artık bambaşka bir kimliği taşıyordu.

Sanki biraz küçülmüştü. Kısık gözlerinde hilekâr, gayri insanî anlamlar gizliydi. Bodur, çirkin, adaletsiz, obur, yalancı, kötü dilli, korkak, utanmaz esasen akılsızdı.  Şerli, iyi yahut güzel, biçimsiz, iğrenç, rezil… ne olursa olsun her duruma, tersliğe güler gibiydi. Sonraları sadece fenalığa güldü. Tek duygusu vardı. Ya da hissizdi.

İnsanlar en neşeli, sâkin, zararsız gözüken anlarında bile ondan korkar oldu. Her hareketinde, jestinde, mimiklerinde tehlikeli bir yan,  zulüm işareti, bir remiz arıyorlardı.

Söz gelişi tesadüfen bir yoldan geçtiğinde, askerlerinin,  mahiyetinin sesi işitildiğinde paniklemeler başlıyor, derin bir korku eseriyle, başkalarınca merhamet uyandıran saygı gösterileri, çığırından çıkmış güzellemeler yapılıyordu. Memlekette dalkavuklar habire ürüyordu. Civarındaki siyasî başların, maskaralığına ise diyecek yoktu.

Kendinden daha değerli bir şey yoktu DÜNYADA. Hayatı böyle ele alınca her şey nesneleşiyor, insanlar başta tüm varlık mânâsını yitiriyordu.

O, bir müddet yanından ayrılmış, izni kaybettirmişti. Bazen çok yakınında olduğunu zannetse de, baş gözüyle göremediği için Dahhâk müthiş bir özlemle kavrulduğunu hissediyor; büyük bir aklın, yoldaşın hasretini çekiyordu.

Nihayet bir gün..hizmetkârları saraya yeni bir aşçının başvurduğunu Dahhâk’a haber verdiler. Fakat bu genç delikanlı, “O’na” çok benziyordu.Bin türlü karabasanla sıkışmış ruhu yatışmaya başladı.

Dahhâk günler geçtikçe, geçmişteki benzeri bir cazibeye tutulduğunu görüyordu. Aşçıdan ziyade, bir gönül âşinasıydı. Asil Kral; esrarlı, kara bir kazana atılmış pişiyor da pişiyordu.

Derken bir vaktin, kıvamın geldiğine hükmeden Aşçı; yakınlığın verdiği bir teklifsizlikle,tuhaf bir öneride bulundu. Bir nebze duraklayan ama onu aşkla dinleyen soylu hükümdar, nedense hiç itiraz etmedi. Aşçı, onu omuzlarından öpüvermişti. Dahhâk zehirli bir acıyla gün boyu kıvrandı, lâkin çapkın bir neşe de boy gösteriyordu. Sinsi gecedeyse, derin bir uykuya daldı.

Sabahleyin kendini kuş gibi hafiflemiş hissediyordu. Pek yakınında acayip sesler duyduysa da evvelâ hiç aldırmadı. Dünkü sızıdan eser yoktu, öpücük lezzetiyle küplerce içki devirmişçesine başı hoştu. Kafasını sola çevirdi, yılan benzeri siyahî bir hayalet gördü; mutlaka gözleri de dumanlanmıştı, sonra sola baktı. Hayret! Orada da kıvır kıvır, şirin bir sürüngen görüntüsü yer alıyordu.

Gözlerini ve gövdesini kontrol etti. İnkârı mümkün değildi, yılanlar sahiciydi. Akıl almaz olaya ve duruma rağmen; sevgili aşçının hatırasına saygılıydı. Bir tür armağan gibi kabullenmeye eğilimliydi belki de. Beyninde bütün yadırgatıcı, tepki verilecek olayları da normalleştirip olağanlaştıran bir yan vardı.

Yine de..herhalde hastaydı; hemen doktorları çağırdı, çaresi yoktu, tavsiyeleri doğrultusunda yılanları kökünden kestirdi. Ancak öpücüğün şiddeti ve nefasetinden olsa gerek, ertesi güne uğursuz arsız bir tohum gibi yaratıklar derhal bitiyordu.

Aşçı da, Bilgin’i gibi kaybolmuştu. Günler tükendi gitti,  Dahhâk’ın mahlûklarının ardı arkası kesilmedi. Üç başlıydılar âdeta. Sanki çeşitleniyorlardı. Başın biri sivrildiğinde,  Dahhâk’ın gazabı artıyordu mesela. Bazen “ihtirası”, ve “şehveti”, ve “kibri”, bencillik ve “şirki”, ve…..

Dahhâk’ın aslında bu kıymetli yadigârlara kıymak da içinden gelmiyor, zorlanıyordu. Ona hayvanlara eziyet ediyormuş gibi geliyordu,hiç “etik” değildi.

Ne yapacağını şaşırmıştı ki, sarayın görkemli kapısını, uzak diyarlardan gelmiş hâzık bir hekim çaldı. Bilgin ve Aşçının cezp edici gözlerinin aynısı; tapınılası yakışıklı sehhar Doktorda da bulunuyordu; birbirinin devamı gibiydiler.

Dahhâk bu sırlı zincirden hoşlandı, bir halkası olmayı çok istiyordu. Özellikle doktor ona böyle sevecenlikle, arzuyla bakarken. Böylesine büyüleciyken. Çarpılmış, prangalanmıştı âdeta. Ancak bir kısım halk, kendini nasıl tanıtırsa tanıtsın Doktor’dan hiç hazzetmiyor, arkasından derin bir kaygıyla karışık, fısıltıyla: “İbliso! İblis’O!” diyordu.

Doktor ısrar ve ciddiyetle, yılanları kesmemesini, beraber yaşamaya alışmasını söyledi. Sıradan, basit, fuzuli insanlarla dolu bir dünyada; bu bir üstünlük ve imtiyazdı, kıymetini bilmeliydi. Bilâkis onları beslemeli; hem de insan beyniyle kan, can vermeliydi.

Bir lahza durdu Dahhâk, tereddüt etti. Ancak Doktor onu ikna edecekti; aksi takdirde nasıl muktedir olacaktı; sürü ahlâkı ve kafasıyla, hürriyetten yoksun fukara bir akılla mı hayat(lar)ı şekillendirip çizecekti?

O öptükçe yeni bir Dahhâk doğuyor, kötülük anlamlarına ve yollarına bayılıyordu. Sadece omuz başları değil, tüm bedeni ağulu bir lezzetin iştiyakıyla tepeden tırnağa titriyordu. İlla kalbi,  kömür rengi bir öpücükle mühürlenmişti.

Dahhâk bir değersizleştirme ve hayata muhalif tavrıyla gittikçe baştan çıkıyordu. Alın yazısı üzerinde iddia ettiği bu hak, yarı tanrılık ayrı bir ilhamın ve zevkin kaynağı, göstergesiydi.

İstikballeri, vücutları, hayalleri bitirip mahvetmekten devâsâ bir lezzet alıyordu. Bir gün kendi canına kıyacak olsa bile bu, arkasında epey kabarık bir liste meydana geldikten sonra gerçekleşecekti.

Zamanla yeni bir teknikle, insanları öldürmeden de zihinleri elde etmenin yolunu keşfetmişlerdi. Beyinleri foslaştırıp koflaştırmanın tadını harika bulsa da Dahhak;ne yazık ki, eylemleri sonucu bir tatmin duygusu ve huzura bir türlü kavuşamamıştı. Cehennemden gelen bir Ses, hep “Yetmez!” diyordu; malûm, nihaî özgürlüğün, kıyamın sonu yoktu.

Sokaklar idraki körelmiş, beyni boşalmış ölülerle doluydu. İlk başlarda tepkiler geldiyse de sonra kanıksanmaya başlanmıştı. İşin garibi beyinlerini bizzat Dahhâk’a sunanların artışıydı. Bunların ekserisi halktan ziyade, yüksek sınıflara mensup asilzadeler, medreselerin ilmin tozunu yalayıp yutmuş entel(li) dantelli takımdı. Bu beyefendiler etraflarına pek bi aydın bay’dın bakardı.

Zoraki değil de böyle kendiliğinden gelen, en yüksek fiyatı verene beynini kiralatıp, azıcık ucundan baktırabilecek fiyakalı şahıslar pek çoktu. Kafalarında beyin yerine ağır bir Frengi’stan şalı taşıyorlardı. Tabii hükümdardan apaçık para isteyemeseler de; Dahhâk adamakıllı incelip, demokratikleştiği için; hem de reklâm olsun, şan olsun, görevlilere fazla zahmet çıkmasın diye bu gönüllü alımlarının bedelini, şimdilik bayağı yüksek tutuyordu.

Hekimleri o derece ustalaşmışlardı ki, beynin en işe yarar kısımlarını aldıktan sonra, insan suretindeki “düşünen hayvancıkları” sokağa salıyorlardı.

Dahhâk  kıs kıs gülerek, “Yani bu körpe kuzu beyinleri yenilmez, yem edilmez de ne yapılır.” diyordu. Evrendeki her canlı, potansiyel “beyin salatasıydı”. Ya da beyin safsatasıydı.

Nasılsa yarı kemirilmiş, hatta tımtıkır bir kafayla da idare edilebiliyor, yaşayıp gidiliyordu. Zamanla daha iyi mevki, kaliteli yaşam, ikbal, hatta çocuklarının cakalı yabancı ülkelerdeki tahsil zahmetleri için, haşmetlû yılanların huzurunda sıraya girenler, hiç değilse atmosferi görüp, ufkunu genişletsin diye şöyle bir önünden geçirenler çıktı.

Memleketin düştüğü belâya tahammül edemeyip, mücadeleyi terk edip, önce beyinlerini, akabinde de yüreklerini donduranlar; çürümeye terk edenler de vardı. Buna rağmen ülkede bir beyin fırtınası hızla esiyordu

Beyinler sünger toplaş(mıştı). Dahhâk eline alıyor, stres topu gibi atıyor tutuyordu. Hatta çok saygın veziri de yarım akıllıydı, bazen ona fırlatıyordu. Zaten Dahhâk yeni sporlara düşkün, uygar bir kraldı. Her sabah yürüyüşünü muntazaman yapar, kilosuna dikkat eder; bazıları “yoldan çıkmasınlar” diye kanaat taşısalar da kadınlarının önden gitmesine, cıvıl cıvıl boş lâkırdılar etmesine önem ve izin verirdi. Eğlence oluyordu işte. Yalnız çocuk sayısında diretmiyordu, zira hayvan(yılan) beslemek daha şık ve masrafsızdı.

Yapılan bazı araştırma sonuçlarına göre de ahali, durumdan memnun gözüküyordu. Referandum diye bir şey icat edilmiş, neticeler bekleniyordu. Üstelik memleketi halk idare ediyordu.

Fakat her zaman oyun dışına çıkan, ârıza birileri bulunurdu. İki muzır saray vazifelisi, insan beyni yerine, sofraya sığır beynini koydu, cesaretle esir gençlerden birini de serbest bıraktı.

Ancak çocukluktan çıkmış,  azmanlaşmış yılan beyefendiler kıyameti kopardı. Her zaman yedikleri, emdikleri akıl ürünlerinden daha ağır gelmişti sığır beyni. Dahhâk bir baba, hami, veli olarak fevkalâde üzüldü.

Bir başka “imalât hatası”; 18 oğlundan 17’sini Dahhâk ve ejderlerine zoraki olarak teslim eden Demirci Kâve’ydi. İş önlüğünü bayrak yaparak isyan etti; halktan sağlam akıllı bazıları da yardımını esirgemiyordu. Bir çoban tarafından dağda yetiştirilmiş Feridun isimli bir genç onlara öncülük yapıyordu. En nihayet Dahhâk’ı tahttan indirdiler. Feridun’u tahta geçirdiler.

Dahhâk öldürülecekti. Fakat isli küflü bir melek, onlara Dahhâk’ın canına dokunmayıp, zincire vurmalarını tavsiye etti. Feridun kabul etti, şer izlerini silmedi, nasılsa “egemendi”. Dahhâk varlığını sürdürdü; sonraları simgeleşecek, azizleştirilecekti.

Zamanın yürüyüşüne; yeni Dahhâklar ve lânetli Hoca’ları katıldı. Yılanların bir türlü kökü kazınmadı, hatta çağdaş bir moda sonucu dil öğretmeye başladılar. Dili öğrenmiş şahısların belirgin özellikleri, yanından geçtiğinizde ağızdan da, kafadan da bir “Tısss! ve Fıss!” sesinin duyulmasıydı.

İki omuzdaki meleklerin yerini her yöne kıvrılabilen, muzaffer her kişiye, her havaya şarta şıkır şıkır oynayan şebek sürüngenler, yüzsüz renksiz bukalemun dişiler aldı.

Ejder, beyinlerde ve kalplerde çöreklendi. Yuvalandı, evlendi. Her köşe başında melun bir ağız, dışarı fırlamış şaklayan bir dil, bir ifrit bekliyordu.

İbliso, öpücüğe doymuyordu. Bedenler, ruhlar habire onunla bütünleşip çiftleşiyordu. Yetenekli kişi ve kurumlarda, sıkı bir öpücükten bir batında beşiz yılancıklar bile doğdu. Kadın erkek, pis bir busenin kurbanı oldu.

*Kaynak:  Ahmet Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, ‘Sözlükçe’ bölümünden, Kabalcı Yayınevi

Diğer Yazıları