Menu
ŞEHİR, MAHALLE VE KENT
Deneme/İnceleme/Eleştiri • ŞEHİR, MAHALLE VE KENT

ŞEHİR, MAHALLE VE KENT

“Mahallesiz şehirler” şeklinde bir kavramdan bahsedildi. Bu eğer bir kavram ise yanlış tanzim edilmiş görünüyor. Çünkü şehir dediğin mahallelerden mürekkeptir. Kentten bahsediyorsak onun zaten mahallesi bulunmayacaktır. Demek ki, kentte yaşadığı halde onda şehir algısı arayanlar bulunmakta. Cemaatsiz şehir olur mu hiç? Yaşadığımız mekan düpedüz sivil toplumcu kenttir. Sivil toplumcu yani bireyci, cemiyetçi.

11. yüzyılda Avrupa’da şöyle bir ifade kullanılırmış: “Allah köyleri yarattı, insan da kentleri inşa etti.” Köye dair vurgunun sebebi, köylerin cemaat örgütlenmeleri olmasıdır. Cemaat yani aile/hane. Şehirler mahallelerden kurulur, bu doğru ama; mahalleler de cemaatlerle inşa edilir. En küçük cemaatin bir vergi birimi olan aileye/haneye tekabül ettiğini Farabi’den beri biliyoruz. Ateş Hz. Âdem zamanında keşfedilmiş sonra unutulmuştur. Tıpkı buharlı geminin Hz. Nuh (as) zamanında keşfedilip ardından unutulması gibi. Yine nesneleri nakleden Süleyman (as)’ın bilgisinin unutulması gibi. Avrupa bilimi, pusulayı kullanan, yönlerini haritalara göre tayin eden Müslümanlardan çok sonra bu bilgiyi kullandığına göre bilginin sonradan unutulabilmesi mümkündür. Bilgiyi Mısır’dan alıp tatbik etmişler ve sonra unutmuş Müslümanlardan almışlar. Osmanlı’da da uygulanmış hane/ev sistemi modernleşme ile terkedilince şehirleri kaybettik. Bu bilgiyi unuttuk. Siz istediğiniz kadar ateş keşfedileli asırlar oldu deyiniz; bilgiyi kullanmadıktan sonra o bilginin anlam dünyasında değilsiniz.



Modernlik ile şehir karşılaştığında ortaya çıkan şey bir terkip ifade etmeyecektir. Fırat Mollaer, “muhafazakârlık bugün teknolojizmin en bağnaz destekçisi ve ilerleme felsefesinin çağdaş uygulayıcısıdır” (MOLLAER, 2012: 23) der; “muhafazakârların babası Edmund Burke, sanayileşme ve kapitalizm düşmanlarından çok, liberalizmin kurucularıyla aile dostuydu” diye ekler. Kentler ile şehirler farklı yapılardır. Burjuvaların hukuk arayışları ile (bourglarda) doğan kent (city), bireye dayanıyordu. Toplumsal birlik kurgusu ise sivil toplumdur. Sivil toplum hiçbir zaman cemiyeti aşıp cemaat zihnîni inşa edemez.

Modernitenin keşifler, sömürgecilik, emperyalizm, küreselleşme şeklinde sıralanabilecek yağma politikaları bulunuyor. Batı uygarlığı modernite öncesinde de iki yüzyıl kadar Haçlı seferleri vesilesiyle benzer bir politikayı gütmüştü. Batı’nın yeni saldırısının kırda yerleşim ve üretim modellerini tasfiye olduğu açıktır. Batı modernliği üretim modernleşmesi politikasını terk etti. Biz iki üç kanepe- koltuk, bir miktar buzdolabı, üç beş kot pantolon üretip sattıkça göneniyoruz. Oysa Batı sanayi üretimini yerel ekonomilere terketti. Şimdiki saldırı ulus- ötesi markalarla imaj yönetimi hakkındadır. Bunun için mahallelere ihtiyaç kalmadı, dünyanın kentlere uğratılması gerekiyor. Bir manada Batı, yeni iktisadî dayatmasını kent üzerinden yapıyor. Modernleşme bundan böyle kent ithal etmek anlamına geliyor. Nitekim biz artık kent yapıları ithal ediyoruz. 1860’larda “caddemiz yok, üstünde arabaların dolaştığı yollarımız yok” diye yakınan Namık Kemal’in meftun olduğu Londra, Paris gibi kentlere yine meftunuz. Bu kez metro istiyoruz. Kentlerin metro gibi bir yatırımı rantabl kılabilmesi için devasa büyüklüklere ermesi gerekiyor. Lâkin büyüklükten bir cemaat çıkmayacaktır.

Kentlerde mahalle kalmaması cemaatin yitimidir. Weber’e göre Avrupa kenti yurttaşların jüri üyeliği yaptığı özerk bir hukuk uygulamıştır. Şehir yönetimi, kendi adına, loncaların ve şirketlerin, kendi onayı olmaksızın imtiyaz elde etmelerini önlemeye çalışır (WEBER, 2000: 219). Bunun dışında loncalar, taşranın ticaretle uğraşmasını engellemeye uğraştı; köylüleri ihtiyaçlarını şehirden gidermeye zorladı. Köylüleri mallarını sadece şehirde satmaya zorlamak da şehrin çıkarınaydı. Son olarak lonca, şehir tüccarlarının nakliye ve aracılık tekelleri elde etmelerine ve serbest dış ticaret ayrıcalıkları kazanmasına aracılık etti. Diğer bir işlem de loncaların polis yetkilerini ellerine geçirebildiği ölçüde hariçten kimselerin veya büyük müteşebbislerin kapitalist girişimler kurmalarını yasaklamasıdır (WEBER, 2000: 224). İslam şehirlerinde Cengiz Kallek’in ifade ettiği üzere zengini daha zengin eden bir ticaret düzenlemesi bulunmamaktaydı (KALLEK, 1997). Müslümanca düşüncede Ahmet Tabakoğlu’nun ifade ettiği gibi ahilerin dünya malına rağbet etmemesi gerekirdi. Çünkü ahilik iştirakçi (collectivist) anlayış gütmekteydi; ahi kazancını ortaya koymalıdır (TABAKOĞLU, 2005: 87). Dünya pazarı için katma değeri yüksek mal üretmeye koşullanmış zümreye bu ahlâk düşüncesini kabul ettirebilir miyiz?

Şimdi İstanbul gibi adına benim kent dediğim, ama kimilerinin şehir demekte ısrar ettiği kozmopoliste “mahalle kalmadı” deniyor. Mahalle’nin iki katlı, bahçeli evlerin yan yana dizilmesinden oluştuğu sanılıyor. Şimdi sormak lâzım: bir muhafazakârlık biçimi olan İslamcılık bundan bir dönem önce “dünya pazarı için üretim yapmayan yerli sanayicilerin iç pazara çöreklenmesinden” şikayet etmiyor muydu? Sanayileşmenin eksik stratejilerle empoze edildiğini, geleceğe dönük elli yıllık perspektifle bakılması gerektiğini, iç pazarda100 kadar tekelci şirketin teknolojik dönüşüme ve sanayiinin katma değerini artıracak yeni yatırım ve modernizasyonlar yapamadığını, vs. söyleyenler İslâmcı muhafazakârlardı. Şimdi “kentlerde mahalle yok” tehlikesini işaret edenlerin ne çözüm ürettiklerini sormak gerekiyor. Çok yakında kentler yıkılıp yeniden inşa edilecek. Daha çok nüfus için yer açılacak. Şehir bitmişti, artık ismi de kalmayacak. Kentlerin marka değeri konuşuluyor artık. Kentlerin temelinde kapitalizm bulunuyor. Mahallenin kalmaması mukadder. Kanaat ekonomisinden bahis açanların sözlerinin hemen ardından dünyanın büyük bir pazar haline geldiğini, marka olmak istiyorsak bulunduğumuz kentlerden başka yerlere (Avrupa, Asya, Afrika) şubeler açılması gerektiğini, fason üretmekten çıkıp teknoloji ve marka satmaya başlamamızın elzem göründüğünü söylemeleri tenâkuz sayılmalıdır.

Kapitalizm, bir sanayi devrimi gibi bir kent ve tüketici devrimi de üretti. Niçin “kentlerimizi küçültelim, şehir yapılarına dönelim” diyemiyoruz da “sanayileşmenin modernizasyonu dünya pazarları ile rekabet edecek düzeyde değil” fikrinin önünü açıyoruz. Sanırım bu, kent ve tüketim endüstrisinin kitle kültürünün empozesidir. Franfurt Okulu (Adorno ve Horkheimer), kültür endüstrisinin, tekellerin egemenliği altındaki bütün kitle kültürünün özdeşliğine dayandığını, kültür endüstrisi ve reklamcılığın ikisinin de insanların yönlendirilmesi için işlevselleştiğini ifade ettiler (BOTTOMORE, 1989: 48). Kitle kültürü bu derece saldırgan bir dünya tasavvurunda iken mahalle direnebilecek miydi? Nurettin Topçu 1955’te Eminönü Öğrenci Lokalinde verdiği bir konferansta demiş ki; “Beşyüz senelik İmparatorluk yalnız bir büyük şehir ortaya çıkarsın! Bu akıbeti önceden bilecektik. Günün birinde sanayi hayatı ne hal alacaktır? Bunu da şimdiden kestirebiliriz. Yüzlerce köy halkı iş sahasından mahrum, kahvelere tıkılmış, yurt dışına çalışmaya gitmek için sıra beklerken parti münâkaşalarıyla ömürlerini geçirsin ve yüzlerce köyün üretim kaabiliyeti büyük şehrin bir gazinosu kadar da olmasın! Cemaatin yarınki halini bu sahnenin temaşasından çıkarmak mümkündür. Şehirleri dolduran sahipsiz çocukların sayısı artarken, kültür dernekleri bile, turizm, spor, müsabaka ve sair işlerle uğraşsın!” (TOPÇU, 1998: 38). Topçu’nun bahsettiği kent İstanbul’dur. Neredeyse bir adam ömrü kadar zaman geçtiği halde İstanbul’a yüklenmeyi durduramıyoruz. Hayat alanlarımız gitgide Batılılaşmakta ya da “çoğul modernleşmelere” batmakta.

“Mahalle kalmadı” ifadesi kentin şehri yuttuğu anlamına geliyor. Mahalle aynı mescitte ibadet eden cemaatin aileleri ile mukim bulunduğu medineyi (medinetî: 36 Yasin 20) ifade ediyor. Mahalleler, her dini topluluğun homojen toplumsal alanlar oluşturmak için biraraya gelmelerinden doğmuştu. Her mahallenin başında Padişah fermanı ile atanmış “mahalle ihtiyarı” muhtar vardı. Osmanlı mahallesinde sakinler birbirine müteselsilen kefildiler ve mahalle sakinleri tahrir defterlerine hane olarak yazılırdı. Dolayısı ile vergi mükellefi kişi ailenin reisi idi, ailenin tüm üyeleri değil. Osmanlı mahallesinde kefalet müessesesi nedeniyle hırsızlık ya da fail-i meçhul bir olayın mesuliyeti mahalleliye aitti. Bu nedenle mahalleye elini kolunu sallayıp girmek mümkün değildi. Bu hem sokakların bir katır geçecek genişlikte olması nedeniyle böyle idi ve hem de sokakların çoğunlukla çıkmazlarla kesilmesi nedeniyle böyle idi. Cumbalar ardında sokağı gözleyen mutlaka birileri vardı. Mahalle sakinleri oluşturdukları bu yaşam biçimi nedeniyle tüketim toplumu kurgusuna göre de yaşayamazdı. Öncelikle evler küçük, avlular genişti. Evler kadınların mevsimine göre sebze ve meyvelerin dönüştürülmesine uygun bir şekilde dizayn edilmişti. Kısacası mahallenin yitimi bir bakıma onu yaşatan kadının ve erkeğin de yitimi ile ilintilidir.

Mahalleyi yukarıdaki gibi tarif ettikten sonra sormak gerekir: Türkiye’de İslâmcı muhafazakârlığın aktörleri, metrosu, AVM’si, tüketim emtiaları, lüks konutları, yapay doğası- park ve bahçeleri, debdebe arabaları ile modernizmle bunca hem hâl bulunurken toplumsal rollerini Osmanlı’da pratiğe geçmiş aktörel kimlikle değiştirmeye razı mı? Mahalle yok, çünkü kapitalizm var. Üstelik köylülerin kentlere çekilmesi bu refah, kalkınma ve saadet zincirini fazilete dönüştürüyor.

-            BOTTOMORE Tom, Frankfurt Okulu, Ara Yayınları, 1989

-            KALLEK Cengiz, Asr- ı Saadet’te Yönetim Piyasa İlişkisi, İz Yayınları,1997

-            MOLLAER Fırat, Üç Tarz-ı Siyaset Üzerine Eleştiri Yazıları, Dergâh Yayınları, 2012

-            TABAKOĞLU Ahmet, İslâm İktisadı, Kitabevi Yayınları, 2005

-            TOPÇU Nurettin, Kültür ve Medeniyet, Dergâh Yayınları, 1998

-            WEBER Max, Şehir, Bakış Yayınları, 2000