Menu
LEBLEBİCİNİN KIZI
Öykü • LEBLEBİCİNİN KIZI

LEBLEBİCİNİN KIZI

Hava güzeldi. Faynur teyze, füme pantolonu, beyaz gömleğine uygun bir beyaz fileyle saçlarını toplamıştı. Günlük makyajını yapmıştı. Her zamanki gibi kahve saatinin bitiminde evine yollanmıştı.

Marketten dönerken karşılaşmaları isabet olmuştu. Ne zamandır görmüyordu onu. Selamlaştılar. Yanında beyaz yumak gibi bir süs köpeğiyle karşı apartmandaki samimi komşusundan dönüyordu besbelli.

“Ne haber şekerim, marketten mi?”

“Evet.”dedi Neriman. Biraz soluklandı. Elindeki birkaç poşeti yere bıraktı.

“Köpeğim nasıl Neriman?”

“İyi. Senin mi?”

Üzüm gibi gözleri vardı. Uzun tüylüydü. Üzerine kırmızı, fırfırlı, parlak naylondan dikilmiş bir elbise giydirmişti. Köpek hareket ettikçe giysisi ona uyum sağlıyordu sanki.

“Evet, yeni aldım. Çok tatlı değil mi? İstersen sevebilirsin.”

“Evet, ama benim köpek fobim var ne yazık ki.”

Cılız sesiyle bir iki kez havladı köpek. Kayışından kurtulmak ister gibi ona doğru bir hamle yaptı. Bir adım geri çekildi. Bu hareketi istem dışıydı. Şen bir kahkaha koyverdi Faynur teyze:

“Ama şekerim korkmana gerek yok ki, bir şey yapmaz benim Fifim.”

Şaşkınlıkla ona bakarken, şöyle dedi:

“Hem aşıları da tamam. Geçen pazartesi 110.caddedeki veterinere götürdüm muayenesi için.”

“Öyledir.”dedi zoraki gülümsedi Neriman.

“İyi günler” diledi. Elindeki poşetleri bıraktığı yerden aldı. Zaten yorulmuştu. Köpeği görünce beti benzi attı. Kalp ritmi iyice hızlandı. Sanki bacaklarının dermanı kesildi. Yine de adımlarını sıklaştırdı. Oturduğu apartmanın önüne geldiğinde biraz sakinleşir gibi oldu. Merdivenleri güçlükle çıktı. Kapıyı açacakken, anahtar aklına geldi. Poşetleri içeri bırakıp, hemen çıkmak istiyordu.

Anahtarı arandı, ceplerini yokladı. “Nerede nerede bu …”derken ayağı kapı önündeki alışveriş poşetine takıldı. Üstteki kesekâğıdından, içi tepeleme dolu taze kavrulmuş leblebiler taş zemine saçıldı. Bu sırada anahtarı bulmuştu.

“Hay Allah, tam dökülecek zamanı buldu.”

Öyle bir yayılmıştı ki leblebiler, hemen toplanmazsa, kolaylıkla ezilip ortalığı berbat edecekti. Kapının ağzında saçılması kötü oldu. Tek tek toplamaya çalıştı. Bir elinde kesekâğıdıyla öylece kaldı.

Toplamaya çalıştığı taze kavrulmuş leblebiler…

Gülfem…

Kaç yıl olmuştu, Gülfem’le görüşmeyeli. Çocukluk arkadaşı, Gülfem; o yıllarda yaşadıkları o küçük kasabada kalmıştı. Babası leblebi, çekirdek, fıstık, badem satardı. Evlerinde küçük bir makinede kavururdu onları. Özenle çoluk çocuk paketlerlerdi. Diğer çocuklar kitap, defter, silgi kokarken, o leblebi kokardı. Şimdi bu kadar yıldan sonra,bu ayrıntıyı hatırlaması ne tuhaftı.Küçük kara bir köpeği vardı onun.Adı “Karabaş”tı belki de.Net hatırlamıyordu.Gülfem nereye, köpeği oraya…Onunla gezerdi. Mahallede çocuklar toplanıp oyun oynarlarken, oyunlara o da dâhil olurdu. Maskot gibi bir şeydi yani. Saklambaçsa saklambaç, kovalamacaysa kovalamaca, yakar topsa yakartop. Köpek çocukların her dediğini yapıyordu. Canını yakan olsa bile çocuk olduklarını bilir sesini çıkarmazdı. Boyun eğerdi bütün maskaralıklarına, hırpalamalarına.

Çocuklar memnundu. Günler gelip geçiyordu. Her şey yolundaydı. Taa ki, emekli kimya öğretmeni Hümeyra Hanım’ın şikâyetine kadar.

Bir gün okul çıkışı “mahalleyi karantinaya almışlar.”söylentisi yayıldı kulaktan kulağa, mahalledeki çocukların neşesi kaçtı. “ Doğru olabilir miydi bu? Ama neden karantinaya alınmıştı?”En iyisi gidip bakmaktı. Önde bizim sokaktan birkaç meraklı oğlan çocuğu, arkada bütün okulun çocukları sokağın girişine kadar gelmişlerdi. Belediye şikâyeti dikkate almıştı.

Sırtlarında okul çantalarıyla dakikalarca orada tedirgin, korkudan sıtmaya tutulmuş gibi titreyen vücutlarıyla kalabalığa karışmışlardı. Kaç saat beklediler kim bilir o gün. Ama o birkaç el silah sesini dün gibi iyi hatırlıyordu. Belediye görevlileri ellerinde tüfeklerle zararlı hatta “kuduz” olduğu sanılan, bizim “karabaş”ı itlaf etmişti. Tehlike geçer geçmez uğultulu kalabalık dağılmıştı. Köpeğin ölüsü Gülfem’lerin evinin önündeydi. Belki iki saat orada kaldı. Gülfem sessizce ağlıyordu. Siyah önlüğü toz içindeydi. Atkuyruğu saçları darmadağınık, kırmızı kurdelası çözülmüş omzuna doğru düşmüştü. Yakalığının bir ucu kıvrılmış, sarkıyordu. Gözyaşları yüzünde yol yol olmuş, akıyordu.

“Ama o benim en sevdiğim arkadaşımdı.”

Annesi:

“Hastaymış kızım… Dur, ağlama… Mecburen onu öldürdüler. Hadi ağlama artık.”dese de hıçkırıklara boğulan Gülfem’i susturmak kolay olmamıştı.

“Hastalık sana da bulaşabilirdi. Kuduz olabilirdin. Zaten aşı vuracaklar sana birazdan.”

Daha da hırçınlaşan Gülfem’in sesi haykırışa dönüşüvermişti:

“Aşı falan olmam ben, hasta değil o.Sevmiyorsunuz köpeğimi. Hepsi ondan.”

Annesine kırgın ela gözleriyle bir bakışı vardı, hala unutamam.

Gülfem annesine küsmüştü.

Onunla birlikte mahallenin bütün çocukları küsmüştü. Hem emekli öğretmene, hem annesine. Artık oyunların tadı tuzu yoktu. O yılın sonunda mahalleden taşınmışlar, Gülfem’le bir daha hiç karşılaşmamışlardı.

Emekli kimya öğretmeni Hümeyra Hanım’a olan nefreti geçmek bilmedi; çocukluk hatıraları arasında habis bir ur gibi kaldı.

Keşke Gülfem’i bulabilme şansı olsaydı.

İçeri geçti. Poşetleri yerleştirdi.

Gülfem ve köpeği…

Taze kavrulmuş leblebiler…

Hepsini çöpe attı. Sadece şekerli, rengârenk boyanmış olan, diğer kesekâğıdındaki leblebilerden bir avuç aldı. Cebine koydu.

Sonra bir şarkı tutturdu.

Dış kapıyı çekip çıktı.

Diğer Yazıları