Menu
KONYA, BİR MÜSTAKBİL CAN
Deneme/İnceleme/Eleştiri • KONYA, BİR MÜSTAKBİL CAN

KONYA, BİR MÜSTAKBİL CAN





1979 yılı biterken, benim de Konya günlerim başlıyordu. Kısa bir süre otelde, ardından da bir yurtta kalmayı denedim. Olmadı. Ahıra bitişik toprak damlı bir evde inekle komşuluk yaptım, o da olmadı. Ahırıyla ortak duvarımıza her çarptığında ürküntüyle uyanıyordum. Gürültücü komşumla geçinemeyişim oradan ayrılmamı çabuklaştırmıştı. Dereköy'ün hemen girişinde bir eve yerleştim sonra. Birkaç arkadaşla paylaşıyorduk burayı. Meram'ın bütün tazeliği ayaklarımızın altındaydı. Dereköy'ü Meram'a bağlayan yolun kenarındaki bahçelerde sincaplar (‘cincan’ da diyorlardı orada), yaramaz çocuklar gibi muzipçe kaçışırlardı. Dereköylüler selamlaşmaktan hakikatli bir keyif alır; deyim yerindeyse, kanırtırlardı allah selamını. Kadınları, bol şalvarları üzerine örttükleri üstlüklerle yabancı gözlerden korunur ve çoğu kez tek gözlerinin görülmesine izin verirlerdi.

Kışlar çok soğuktu Konya’da. Konya'nın soğuk mu soğuk iklimi sımsıcak dostluk ilişkilerinin habercisiymiş oysa, bunu oradan ıraklığımda anlayacaktım.

Meram'daki genç çamlar henüz göğermeye başlamıştı. Yeşillikler arasında uzaktan pek seçilemeyen bir cami vardı. Caminin yanıbaşındaysa Tavus Baba türbesi; Mevlana dergahında ahçılık yaptığı rivayet edilen bu insan, az ötesinde çağıldayan suyun serpintilerinde münzevîydi... O günlerde doğayla biraz kucaklaşmak isteyenler soluğu Meram'da alırdı. Kendi halinde bir mesire yeriydi Meram.

Konya bir Anadolu kentiydi, başkentiydi Selçuklu'nun. Ama bende canpareydi; müstakbil bir candı. Kendinden emin, yönü muhkemdi. Durmuyor, gelişimini hızla sürdürüyordu. Bir devlete başkentlik yapmış olmanın gururuyla, şehir olmaklığını koruyor, dün ile bugünü birleştirmeye çalışıyordu.

Meram'dan kent merkezine yöneldiğinizde Zafer Meydanına uğrayacaksınız demektir. Bütün yollar Zafer'e çıkmasa da, burası önemli bir kavşaktır kentsel oluşumunda Konya'nın. Oradan Mevlana'ya akan yolun ilk adımlarında, Sen Paola Kilisesi sırtını döner hem size, hem yıllarca göremediği yığma tepenin en eski sakini Alaaddin Camii'ne. Adını verdiği tepenin yükünü taşımaktan bitap, kendi ayakları üzerinde durmaya çalıştığı şu zor günlerinde direniyordu asırların yüküne Alaaddin Camii. Bu iki ibadetgah yaşanmış bir geçmişi fısıldayıverir adeta size, içten içe anlatır durur yaşanmışlıkları.

Belediyeyi (artık 'eski' demek lazım, sanırım!) döndükten sonra yönünüz düzdür Mevlana'ya. İlerlerken tuğladan yığma İplikçi Camii'ni görürsünüz: Kaderine gömülmüş, zeminin dibinde yiten birşeyleri arar gibi; çeker kendini toprağın içine günden güne. Bakışık iki kardeş gibidirler az ilerideki Şerafettin Camiiyle. Şerafettin Camii ise tüm gizemine siperdir ardındaki Şems-i Tebrizî'nin. Yeryüzündeki müslümanları andırırlar adeta, farklı renkleriyle birlikte giydikleri farklı mimari kıyafetleriyle. Kıblesi bir, kıblede birdirler zira.

Kent keşmekeşini yoğunca sırtlanan, yakındaki Kayalı Park'ta doğal bir kaya aramak beyhude. Konak meydanı bedesteni andıran dükkanlarla çevrelenmiş. Kitapçılar da burada, etli ekmekçiler de. Güneyde ve derinde Kapu Camii kendi derin sakinliğiyle.

Kapu camiini sağ yanda sükutuna bırakınca az ilerde bir cafe önünüze geçerdi. Çağdaş kentleri, çağdaş tramvaylar ziyaret etmezden çok önce Cafe'ler yerlerini almışlardı bile. Eski İstanbul caddesini kesen dörtyoldaki taştan bir banka binasını geride bıraktıktan hemen sonra turistik tesbihlerin arasından burnunu uzatmış Kafe Bulvar, daraldığımızda, omuzlarımızda bir ağırlık hissettiğimizde, yükümüzü hafifletebileceğimiz, dostlarla sıcak bir çay eşliğinde sohbet edebildiğimiz bir yer olmuştu. Hem de çok yakındı Mevlana'ya.

Ve işte Mevlana dergahı, bütün görkemiyle karşımızda. Kubbe-i Hadra'nın altında. Selimiye Camiiyle yanyana. Güvercinler yine yerli yerinde. Camiye yaslanmış, kimliğiyle mütenasip küçük bir kubbeli yapı gözümüze çarpıyor; elyazması eserlerin bulunduğu bir kütüphane, Selimiye kütüphanesi.

Müzenin kapı eşiğinde, yabancısıyla ve yerlisiyle bir ziyaretçi yumağı. Kimi ibadet için, kimi bilgi-görgü arttırmak için gelmiş, kimisi de akıntıya kapılmış gibi. Topkapı'dan sonra en çok turist çeken yer burasıymış derler.

Kemerli kapıdan geçtikten sonra avlu ve ortasında şadırvan; genişlik ve serinlik hissi. Sudan yudumlamaya çalışanlar, manevi şifa almak istiyor adeta. Orada alınan abdestin farklı bir anlamı vardır sanki, tıpkı Diyarbekir'deki Hazreti Süleyman Camiinde gürül akan suyla alınan abdestlerle yudumlanan sularda olduğu gibi.

Mevlana'nın bulunduğu bölmeye nüfuz edebilmek için ayakkabılarınızı çıkarıp, bir kapıdan daha geçmek zorundasınız. Sağ koldaki mezarları tam ayrımsayamasanız da, O'nun yolunda yürüyenlere ait olduğunu düşünürsünüz. Koridordaki masamsı vitrinlerde Mesnevi'nin en eski el yazması nüshaları. Az ileride büyük mutasavvıf karşılar sizi. Mevlana, ayak ucunda babası, yanıbaşında oğluyla. Duraklıyorsanız bir an; doyasıya Fatiha okumak, soluksuz yakarmak gelir içinizden.

Semahane'de Mevlana'ya ait mütevazi giysiler vitrinlerde korunmuş. Çevrede Mevlana'yla ne kadar alakalı bilinmez ama hepsi birbirinden değerli kap-kacak, neyler, rebablar... Naat kürsüsü kafesli mahfilleri görür. Semâyı sembolize eden bir tablo ilişir gözünüze. Düşlerinizde bir semâ yolculuğuna çıkarsınız birden.

Hep sağdan gidiyorsanız Horasan erlerinden sonra, küçük bir kapı sizi yine sağa çeker: Mescid. Elsanatlarımızı yansıtan, santimetrekaresine düşen düğüm miktarının fazlalığıyla ilginç, üzerlerine dokunarak işlenmiş ayetler ve motiflerle muhteşem seccade kilimlerle karşılaşırsınız; mihrabın sağında ve solunda duvar halısı gibiler. Karşıda sergilenen tesbihlerdeki iri tanelerin miktarı dokuzyüzdoksandokuz. Bir kişinin çekemeyeceği besbelli. Elyazması Kuran'lar dikkat çekici; biri ceylan derisi üzerine küfi yazılmış, diğeri koskocaman, öbürüyse tam tersine miniminnacık örneğin. Minik olanın at kılından ondört yılda işlendiği ya da bir kadının kendi saç tellerini bu iş için kullandığı rivayet ediliyor. Kendisi gibi küçük bir gümüş kutu içinde. Etrafta buhurdanlıklar, pirinç üzerine ya da değerli bir taş üzerine yazılmış muhtelif Allah sözleri. Tam ortada, birbirini gizleyen kutular içinde En Güzel İnsan'ın bir parça sakalı.

Gönlünüz istemese de, bir kez daha Mevlana'ya selam verir, çıkarsınız yeniden şadırvanlı avluya. Avluyu çevreleyen hücrelerde semazen maketleri. Elleri Yaradan'dan yaradılana doğru. Dışarıda Osmanlının yaptığı Selimiye Camii, Tanrıya gönlünü sunan müminlerle bu havayı yüzyıllara yayıyor, sizinle gelecek bütünleniyor.

Konyalılara, Konyalı olup olmadıklarını anlamak bakımından, 'pencereleri büyük olan camiyle kapısı kıbleye bakan cami hangisidir?' diye sorulurmuş. Bir geceyarısı merdivenlerine sığındığım pencereleri büyük Aziziye Camii, barok stili andıran mimarisiyle Selimiye'den görülmekte. Kapısı kıbleye bakan Sadrettin Konevî Camiiyse oldukça uzak buraya. Bir gün, kırk gün kuru üzümle şu hücrede yaşamış Şeyh Sadrettin, demişti camiinin imamı, kabrinin de bulunduğu Camideki bir bölmeyi göstererek. Rabbine yaşamında böyle ermiş Sadrettin Konevî. Türbesinin üstü açık ve gökyüzünü görüyordu. Öyle vasiyet etmiş.

*

Ayrılmak vaktiyse Konya'dan, yine Alaaddin tepesinin yanından seyrederken, astronomik incelemelere müsait yapılmış kubbesi ve yıkık minaresiyle İnce Minare medresesini görmeye çalışın,  Karatay Medresesinin önünden nasılsa geçeceksiniz.

Çok katlı binalarıyla Nalçacı, arkasındaki Konya evlerini örten modern bir semt. Hicabına sarınmış toprak damlı evlere sordum, memnun değillerdi yeni yetmelerden. Aşikardı: sonları, onların elinden olacaktı.

Koskoca bir tarihin kültürel birikimiyle doluydu Konya. Mabetler şehriydi aynı zamanda, mabetsiz denilen başşehrin yakınında. O günlerden bu günlere ne kaldı bilmiyorum. Bildiğim sadece dostlar… ama biri vardı içlerinde, bizi mahşere dek dostsuz bıraktı.

Yüreğim kanar, faniliği anarım çınar gibi Mahmut ağabeyi düşününce ve Boğaz’a son kez bakışında düşler dururum onu...

NOT: Bu yazı 90’lı yılların başlarında kaleme alınmıştı… (MÇ)



  �