Menu
AHESTELİĞE ÖVGÜ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • AHESTELİĞE ÖVGÜ

AHESTELİĞE ÖVGÜ

Barış Manço dinliyorum: “Tîz-i reftâr olanın pâyine dâmen dolanır/Erişir menzil-i maksûda âheste giden…” Rahmetle yâd ediyorum yine merhûmu. Farklı bir sesti koşturmacalar, telaşlar içerisinde. Başka bir dünyaya davetti sanki gezip tanıttığı yerler ve gösterdiği ufuklarla. Aceleyi hayat felsefesi haline getiren modern insana ciddî bir ihtâr söz konusu şarkı, ismi de zaten “Âheste”. Hâlbuki içinde yaşadığımız hayat bizi sürekli koşmaya, durmamaya, düşünmemeye, hâsılı aceleye itiyor. Klasik anlatılarda ise hep övülür az da olsa düzenli iş yapmak. Sonra sorun, bir şeyi yavaş yapmak değil, yapmamaktır. Aslolan az ve yavaş da olsa işten kesilmemektir.

İnsanın düşünüşünün süratli olması sorun değil aksine bir ayrıcalık ve meziyettir. Eskilerin, sahibini “serîü’l-intikâl” diye vasfettiği bu hal, kişinin zekasının bir yansıması olarak görülürdü. İnsanın başını ağrıtan süratli düşünmek değil, süratle düşündüğü şeyi, hemen söylemek, yazmak ve böylece kendisini kendi aceleciliği, kelimeleri ile bağlamaktır. Acelenin şeytandan, teennî ile hareket etmenin ise Rahmet-i Rahmân’dan olduğu henüz erken yaşlarda öğretilirdi insanlara eskiden. Çünkü bilinirdi ki, henüz olgunlaşmamış bir meyve dalında koparılsa bir işe yaramaz, yenilmez, mezbeleliği boylardı. Henüz yeterince yanmayan bir ney istenen sesi veremez, hakkınca inleyemez; üzerinde hakkıyla ve sabırla el gezdirilmeyen küp çamur olur dağılırdı. Erken öten horozun başı tehlikeye girer, sabretmeyen derviş muradına eremezdi. Aslına bakılırsa halk irfânının neredeyse her şubesine yansıyan ana tema, her şeyi vaktinde söylemek, vakti gelmeden acele ile eylenecek işlerden ictinâb etmekti.

Modern dönem ise farklı bir öğretiyi zerk etti zihinlere. Sürekli koşmayı, ilerlemeyi, geçmişe bakmamayı, mümkünse düşünmemeyi, sadece kendine yüklenen misyonu yapmayı ve o misyonla yani çarkın dişlisi olarak değer kazanmayı, değerini çark dişlisi oluştan almayı, kendine öngörülen değerle yetinmeyi, süratli olmayı salık verdi. Bu kodlara uyum sağlamayan ve aslında sağlayamayacak olan toplumlar geri kalmış olarak konumlandırıldı. Dünya değişiyordu. Geriye konumlandırılmış toplumlar da aceleciliğe soyunmuşlardı. Ama ne eskiden vazgeçebilmiş ne de yeniye erişebilmişlerdi. Gerçek kurtuluşun hesabı verilebilir bir âhestelikten geçtiği anlamak ise vakit alacak gibi.

Âhestelik ile teennî kavramının ilişkili olduğu açık. Her ne kadar âheste olmak, anlam bakımından ağır davranmaya daha yakın dursa da, hesabı verilmiş bir şekilde tavır sergileme anlamını da fazlasıyla taşıyor. Kadim İslâm toplumları âheste toplumlardı. Hayat yavaş akardı ruhu olan İslâm şehirlerinde. Zamanı belirleyen gün ışığıydı. Güneşle başlayan gün, güneşin gurûbu ile biterdi. O yüzden XIX. yüzyılın başlarında her şehrin merkezine dikilen saat kuleleri başka bir dünyanın habercisiydi. İnsan zamanı tayin etmede gözlerini kainattan saate çevirdiği andan itibaren kendisini koşturmacanın içerisinde buldu. Ezan vakitleri ile sözleşmeler rafa kalktı, herkes kolundaki saate bakar oldu.

Hastalıklı bir hayat felsefesi olan hızlılığa panzehir olabilecek tek şey, âhesteliğe övgü ve âhesteliğin teşvikidir. Yeniden ağır ama sağlam adım atmayı salık vermeli insanlığa. Zira hızla attığımız her adım, hemen söylediğimiz her söz ileride başımıza dertler açabiliyor. Hız bizi ve etrafımızı gözlemleme imkanı elimizden alıyor, bize nefes aldırmıyor. İnsanla ve evrenle kurulması gereken zorunlu ilişkimizi sorunlu bir hale sokuyor. Alet-edevat ile meşguliyetten ânı okuyamaz hâle geliyoruz. Alacaklarımızı teennî ile almadığımızdan, ithal edilen şeylerin büyüsü ile kendi paradigmamızdan uzaklaşıyoruz. Hesabını vermeden aldığımız, hayatımıza eklemlediğimiz teknolojik aletler, bizi bir başka dünyanın zaman ve zemin algısını benimsemeye itiyor.

Hayat zorlaşıyor… Ve ebedî hayat zora giriyor…

Diğer Yazıları