Menu
KAPAT GÖZLERİNİ
Öykü • KAPAT GÖZLERİNİ

KAPAT GÖZLERİNİ

“Kapat gözlerini kimse görmesin…”

Selin, kırık dökük bir sonbahar günü iplik iplik yağan ince bir yağmur eşliğinde, senin aşkından bahsediyor.

Selin sus… Sus, Selin… Sen neler diyorsun? Hocam o benim… Neden yüzüm ve ellerim yanıyor? Yüreğim neden böyle yerinden fırlayacak gibi? İçten içe bu coşku niye? Sus Selin, sus! İçim acıyor. Hazır değilim ben bu hallere. Korkuyorum…

Selin, oysa manalı gülüşlerle bakıyor. Baktığı yerler köze kesmiş gibi yanıyor. Yanıyor gözlerim. Beni anlar mı Selin? Halit Hoca dedikçe, gözleri nasıl da parlıyor, birden değişiyor yüzü. “Bir kez görüş ne olacak canım. Onca kızın içinde sen dikkatini çekmişsin.”

Ben, dikkatini çekmişim. O benim ne zaman dikkatimi çekmişti? O kara derin gözlerini hiç belli etmeden, bana döndürdüğünü anlar gibi olurdum. Onun dersine girdiğimde neden hep arkalara kaçardım? Ve neden o hep arkalarda dolaşır, o an bana baktığını hisseder ve titrerdim.

Gözlerim, ne zaman kara kuyular gibi derin gözlerinin gölgeliklerine toy bakışlar bırakmıştı umarsız, bir türlü anlayamadım. Sonra ayetler yakmıştı yüreğimi… O zaman anlamıştım… Oysa uzun soluklu bakışlar değildi bıraktığım, gözlerinin tenhalıklarına… Fakülte koridorlarının sigara dumanı, taze simit ve çay kokan koridorlarında sana rastlamak… Sana rastlamak ve öylece donup kalmak.

Hiç uzun bakmadım gözlerine… Gözlerine uzun bakamazdım zaten ayetler yüreğimi yakarken. İnanırken ve ağlarken, secdelere kapanırken öylece bırakamazdım gözlerimi… Utandım hep adını ünlerken. Hocam olarak seslenişlerim ne zaman bir sevgilinin seslenişlerine dönüştü bir türlü anlayamadım.

Selin sustu sonra. Selin sustu da benim içimdeki seslenişler, çırpınmalar bir türlü susmak bilmedi. Kuyuya bir taş atıp gitmişti Selin. Oysa senin gözlerin derin kuyular gibi. Bakamadığım, ulaşamadığım, inemediğim derin kuyular. “Neden bu renkleri örtüyorsun hep?” diyor Selin. “Siyah tak kızım, şöyle gözlerinin yeşili çıksın ortaya. Bu yüz, bu gözler... Anlayamıyorum bazen de mavi oluyor ya gözlerin. Neyse. Siyah tak, siyah.”



“Seni öyle sevdim ölürcesine…”

Karlar yağarken, ellerin cebinde, hafiften sakalların uzamış çıkıp gelmiştin. Derslerine artık girmiyordum. Selin’nin sesi kulaklarımdan gitmiyordu. “ Senin hakkında ciddi düşünüyor.”

“Tanrı'nın yazdığı şiircesine,

İçinden geçeni bilircesine…’

Korku ve ümit arası, gitmekle kalmak arası, kaybetmekle bulmak arası, ağlamakla gülmek arası, orada bekliyordun. Akşam ezanları okunurken, her gün çıkıp gittiğim kapının tam dibinde bekliyordun. Üşümüştün belli. Yüzün kızarmış, gözlerinin koyuluğu artmış, ellerin ceplerinde öylece bekliyordun. Akşam ayazı saçlarını dağıtmış, toy delikanlılar gibiydin. Kimseler umurunda değildi. Giydiğin mont, koyu kahverengi fitilli pantolonunla neredeyse bir öğrenci acemiliği vardı üzerinde.

Neden sana doğru gittim? Beklediğini bile bile, beni beklediğini bile bile sana gittim. Oysa ne çok kaçmak istiyordum. Ama ayaklarım beni dinlemez bir hal almış, öylece sana doğru bir akışı başlatmıştı. Sana akmıştım… Seninle yaşayacağımız bir yazgımız vardı belli. O kadere doğru bir akıştı bu. Bu akışı artık durduramazdım.

Meçhul bir randevuda buluşan sevdalılar olarak, buz tutmuş yollarda, akşam alacalarının gölgeliklerine doğru yürüdük. Bu yürüyüş belli ki bizi bize taşıyacak. Bizi ortak bir kadere sürükleyecekti. Suskun ve mütebessim gülüşler çehremize gölgeler bırakırken suskunluklarda nice derin sevdaların aktığına şahit oluyorduk. Derinden derine çoşan, akan, çağlayan ırmaklar gibi içten içe suskun bir sevda çörekleniyordu içimize, ellerimize, gözlerimize…

Oturduğumuz sedir, bakır tepsideki buğu buğu çaylar, işlemeli duvarlar, beyaz badanalı yüksek kubbelerde yankılanan o şarkı… Ve Hâlit Hoca’nın artık gözleriyle söylediği o şarkı.

“ Kapat gözlerini kimse görmesin… Yalnız benim için bak yeşil yeşil’



Kitapları bir solukta okuyorum. Yetişemiyor bana Hâlit Hoca. Ne çok paylaşımlarımız var. Ama en çok kitaplar… Şiir okumaları… Aşkımız öksüz kalacak gibi sanki şiirler okunmazsa. Besliyoruz sevdamızı. En çok da sadra şifa ayetler dokunuyor yüreklerimize. Bir merhem gibi yaralarımıza sürüyoruz… Hani, “Sizi tek nefisten yaratan…” diye başlayan ayet. “Aranıza sevgi koyması Allah’ın ayetlerindendir…” Bir ayet gibi çıkıyorsun karşıma, ben de sana yaşanası bir ayet oluyorum o zaman…

“Gözlerin kimseye ümit vermesin…”

Rafta… Rafta… Fotoğraf…

Raf… Raf… O fotoğrafta…

Saçları lüle lüle omuzlarına dökülmüş. Şalıyla çıplak kalan omuzlarını örtemeye çalışıyor sanki. Senin derin kara gözlerin lüle lüle saçların kıvrımlarında erir gibi. Erir gibi öylece bakmıştın gözlerime yıllarca… Seni seçtim derken, şaşkın sormuştun “Gözlerin nasıl böyle hem mavi, hem yeşil olabiliyor?” diye. Gençkızlığımın körpe, dokunulmamış duygusallığını bırakmıştım avuçlarının sıcağına. Ben de seni seçmiştim. Benim hayırlı duam, düşüm, sancım ol diye dua makamında seni seçmiştim…

Kalabalık bir yemek masası. Fotoğrafa bakarken elimdeki yanık izini görüyorum. Ütülediğim, kırmızı, lacivert çizgili gömlek üzerinde. Gömleği ütülerken elim yanmıştı. Hâlâ yanıyor. Yanan yere buz koydum bütün gece. Yastık ıslandı. Buzlar eridi ama elimin sızısı geçmedi… Bir ara uyuyup kalmışım, adeta sızmışım yorgunluktan o zaman eriyen buz yastığın tamamını ıslatmış. Gözlerinde kıvılcımlar mı var? Eridikçe akıp, kadının çıplak omuz başlarında odaklanıp yakıyor mu? Akıyor mu gözlerin kadının lüle lüle saçlarına?

Çocuklar bir bir çıkıp geldiler. Yaralı yanık elimle onlara yemek hazırladım. Sonra Zehra Teyze, kızı Şilan uğradı. Birer kahve içtik. Benim aklım lüle lüle saçların dalgalarında, benim yüreğim raftaki fotoğrafta… Uzaklara bakıp dalar gibi dinliyorum Zehra Teyze’yi. Onlar gittiler. Çocuklar çorbayı yine beğenmediler. Köfte patates kızarttım. Yanan yağın cızırtıları ile, elimin acısı artıyor, belli etmiyorum çocuklara. Oysa çıplak omuzların ve lüle lüle saçların hepsini cehennemin dibine yolluyorum içimdeki isyanlarla. Uzun uzun salondaki televizyonu izledi çocuklar. Artık izlemeyin demiyorum. Bir boşvermişlik yaşıyorum. Akşam ezanından sonra Ferdane Abla uğradı. Sen gelmedin. Çocuklara televizyonun gürültüsünden sıyrılarak akşam namazını hatırlattım. Kılmayacaklarını bile bile… Sen gelmedin. Ferdane Abla’ya da orta şekerli bir kahve yaptım. Sonra o da gitti. Sen hâlâ gelmedin.

Öğrenci Kültür Merkezi’ndeki sunumların olurdu hani. Kızların en güzeli, yeşil gözlüsü, uzun boylusu ‘Lili’ yi okurdu buğulu sesiyle… Öğrencilerini toparlayıp,Edebiyat Fakültesi’nin arkasındaki küçük mescide götürürdün. Cumaları tefsir okurdunuz. Hergele Meydanı’ndaki forumlar uzaktı sana. Sen sigara dumanlarından, boş toplantılardan kaçıp, hep o küçük mescide sığınırdın.

Ben… Yeşil ve mavi gözlü, ben. ‘Mavi Gözlü Dev’ şiirini okuduğu halde, örtülere bürünen ben. Yıkıp geçtim her şeyi. Her şeyi yıkıp geçtim. Sen beni seçmiştin ya, ben de seni seçtim. “Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza,” derken o bıçkın, o yanık tenli şarklının şiirlerini terennüm ederdin ya… Şimdi ne o şiirler var, ne de şarklının o kırgın bakışları…

Uzun yürüyüşlerimiz olurdu, nişanlılığımızın ilk günlerinde. Öğrenciydik. Paramız pulumuz yoktu. Ama yüreklerimiz sevginin bereketli zenginliğini kuşanmış, yuvasız kuşların özgür çırpınışlarına eş kayıtsızlıkla öylece dolaşırdık İstanbul’un tenha sokaklarında. Yollar hiç bitmesin isterdim. Sen hep öyle yanımda ol isterdim. Ama yollar biter, ayrılırdık. Yıllar sonra bir gün “Artık yürümüyoruz beraber, beni bir yerlere neden götürmüyorsun?” diye sormuştum. “O zaman evimiz yoktu. Şimdi evimizdeyiz, beraberiz zaten.” diye cevaplamıştın sorumu.

Soğuk ve yalnız yataklara giriyorum geceler boyu. Sevgi neydi diye soruyordu ya bir filmde Türkan Şoray... Sahi sevgi neydi? Onca yılın ardından, hayır dileyerek istediğim, yazgım olan sevgili, sevgi neydi? Geceler çok uzun… Sen geliyorsun. Benim terk ettiğim yatakların sıcaklığı seni sarıyor gün ağarırken.

Secdeler o zaman yanan yüreğimin yangınlarına merhem gibi…

Uzun seyahatler… Gazete toplantıları… TV çekimleri… Artık bitmeyen programların var. Bitmeyen programlara yetişmek için koşturuyorsun. Çalışman gerek. Akademik çalışmaların sabah ezanlarına kadar sürüyor. Rütbelerin arttıkça, ezanları da duymaz oldun. Bu koşturmaca içinde zamanla saçların ağardı, göbeklendin, bakışların derin kuyular gibi değil artık. Ve ben artık o kuyulara inmek istemiyorum. Neden sonra anlıyorum,  o kuyulardan çıkalı yıllar olmuş…

(30 Mayıs 2012)

SELVİGÜL

1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları