Menu
AYŞE KARA İLE SÖYLEŞİ...
Haberler • AYŞE KARA İLE SÖYLEŞİ...

AYŞE KARA İLE SÖYLEŞİ...

Ayşe Kara üç çocuk annesi ve ilkokul mezunu bir kadındı. On beş yaşında yapılmış bir evliliği, İstanbul Fatih’te kendine has bir hayatı, genç bir anne olmanın beraberinde getirdiği sorumlulukları vardı. Onu diğerlerinden farklı kılan kitaplara olan hayranlığıydı. Kitap okunan bir evden, kitabı bol bir eve gelin gitmiş, ilaç prospektüslerinden eşinin hukuk kitaplarına kadar pek çok şeye göz atmış, çocuklarını uyuttuktan sonra kucağında kitabıyla sessiz bir odaya koşmuştu. Seksenleri, doksanları, muhafazakâr semtlerin ve insanların değişimini çevresiyle beraber yaşadı. Gözünü satır aralarından hayata uzattı. Kanatlarının kendine çarptığını hissettiğinde şaşırdı. Ve… Bir gün uykusundan uyandığında “Ben çıldırıyorum galiba” demek isterken “Ben yazmak istiyorum” diyen diline şaşırıp kaldı. Yanlış söylenmiş bir cümle, içinin ta içinden gelen bir niyet gibi kabul oldu. Ayşe Kara artık yazardı. Hece, Türk Edebiyatı, Yörünge dergilerinde hikayeleri yayınlanıyor ve Ayşe Hanım hiç durmadan yazıyordu. 2003 yılında ilk kitabı Bir Tanzimat Prensesi Refia Sultan ve2010 yılında ikinci kitabı Lâl yayınlandı. Timaş yayınlarından çıkan Lâl ile kimselerin söylemeye cesaret edemediklerini bir çırpıda anlattı. Akrabalarının “İleride seni oğlumuza alacağız” cümlesiyle utanan, kızan, şaşıran küçük kız çocuklarını, kaybolmuş eşini beklerken kan bağı ve aşk arasında sıkışmış kadınları, İstanbul Fatih’in hem şehre ait hem şehirden uzak sokaklarına ekleyerek anlattı. Lâl ile bizi bize, kendini şehre anlattı.

Ayşe Kara’ya sizler için sordum bu ay muhafazakâr çevrelerde yaşanan değişimi, hidayet romanlarını, çok tartışılan ve gazetecilerin odak noktası olan İstanbul Fatih’in çehresini. Bir kadın yazar olarak İstanbul’a dair yorumlarını, genç yaşta yapılmış bir evliliği ve insanın ne zaman yazmayı bağımlılıkla istediğini. Ayşe Hanım hayatının ve romanın hikâyesini birbirine paralel bir anlatımla paylaştı. Âlimlerden, meczuplardan, İstanbul’un masalsı halinden bahsetti. Eskiyi karalamadan, yeniyi küçümsemeden kurduğu dengeyi gösterdi. Bu söyleşide Lâl kadar Ayşe Kara’da vardı. Dindarların hikaye olma hakkı daha önce hiç konuşulmamıştı.

Kanatlarım kendime çarpıyordu

Kendi dünya görüşüm, tarihî, coğrafi, dini aidiyetim çerçevesinde edebiyat yaptım

Âlimleri, meczupları ile - bir kar örtüsünün, mekânı kendi rengine boyaması gibi -kendi rengi hâkimdir Fatih’e

Dindarların da hikâyeleri/ hikâye olmaya hakları vardı

Ayşe Hanım, kitabın adı neden Lâl?

Neden Lâl? Çeşitli yerlerde bu soruya cevap verdim, ama şimdi siz yeniden sorunca “İsim kaderdir” sözü geldi aklıma. Zira yazı benim kaderim (imiş). Lâl de bana yazılmış demek ki. Lâl’ın kelime anlamı cevher; kızıl yakut ve dilsiz. -Belki de hamlıktan, yanmaya bir süreçti bu- İbn-i Arabi’nin, “Tanrı Musa’ya ateş olarak gözüktü” sözü misali ’ Lâl in yazılış sürecinde her şeyin özünün ateş olduğu hissi etken oldu bende. Lâl ismi de bundan doğdu sanırım. Lâl sürücü motif romanda. Örneğin Nergis’in, Fuad’ın aşkı ve hasreti, Fatih’in içinde magma gibi depreşen yaratma ateşi, büyükannenin lâl gerdanlığı gibi. Ayrıca Nergis’in dilsizliğini de anlatıyor Lâl

On beş yaşında yapılmış bir evlilik, annelik, kendi çabanızla devam ettirdiğiniz İslami İlimler eğitimi… Bu süreçten yazarlığa nasıl geçtiniz?

Belki de bütün bunlar benim yazarlığımı besleyen, yazmaya iten nedenler oldu. Babam öğretmendi, kitaba yabancı bir aileden gelmiyordum. Ama okuma garip bir tutkuydu benim için. Yazılı bir nesne okunmadan önümden geçmiyordu; gazetelerden yapılan kesekâğıtları, eşyaların, ilaçların kullanma kılavuzlarını da buna dâhil edin. On beş yaşında evlendiğimde de Tanpınar’dan Halit Ziya’ya, Hüseyin Rahmi’ye, içinde bir dolu roman olan bir kütüphane buldum evimde. Bu arada on yedi yaşımda anne olmuştum, sonra yirmi, yirmi üç yaşında diğer çocuklarım oldu. Ben yine çocukları uyuttuktan sonra okumaya devam ediyordum. O saatler bana ait, dinlenme saatleriydiler. Bütün o yoğunlukta, kitaplarla dış dünyaya katılabiliyordum. Deli gibi okuyor, kitaplarda “bir şey” arıyordum. Bir zaman sonra edebiyat beni kesmez olmuştu, eşimin hukuk kitaplarından, büyük İslam klasiklerine -Gazali gibi- fikrî, siyasi eserlere geçiş yaptım. İslami ilimlere gelirsek, seksen sonrası dönemde Fatih’de tefsir dersleri çok yaygın olarak vardı. Bugün beni besleyen en büyük damarın o dersler -Ruhul Beyan Tefsiri- anlattığı canlı sahnelerin, düş gücümü, tasavvurumu, algımı geliştirmek gibi üzerimde büyük etkileri oldu. Bütün bunların sonrasında korkunç bir boşluğa ve anlam kaybına düştüm. Buna “Cennetten düşmek" diyelim. Sebepleri vardı tabii ama yalnızca sebeptiler. Aslında kanatlarım kendime çarpıyordu. Gazali’nin hikâyesinde olduğu gibi dilim; kelimeler benden alınıyordu. O süreçte kendimi psikiyatrın önünde buldum.

Peki ya sonra?

Yazarlığa geçiş; işte bu nokta galiba gerçekten kaderdi. Çünkü benim için bir insanın isminin önüne gelebilecek en şerefli sıfat,”şair, yazar” olduğu halde o güne değin yazmak aklımın ucundan bile geçmemişti -bilemiyorum nasıl bir inkârdı bu- Yazı tepeme balyozla indi. Bir akşamüzeri kanepede uzanmış yatıyordum, sanki birden beynime müthiş bir topuz darbesi indi, öyle ki fiziki bir şiddetmiş gibi darbenin etkisi ile kanepeden yere düştüm. Doktoruma,“Ben çıldırıyorum galiba” demek için telefona sarıldım ama “Ben yazmak istiyorum.” dediğimi duydum. Bu arada çocuklarım büyümüş bu defa onlar bana kitap taşıyordular. Bir gün de Aytmatov’un Gülsarı’sı vardı ellerinde. O muhteşem hikâye, o gülsarısı at, kalemimi çözdü sanırım. Böyle başladı ve Lâl’e uzandı. Ölüyordum, yazdım ve yaşadım. Ve bu süreç “Ey iman edenler yeniden iman ediniz”, kutsal kelam mucibince imanımı, varlığımı sorguladığım; yeniden inandığım bir süreç oldu aynı zamanda.

Aristokrat aileleri ve onların siyasi ilişkilerini anlatan romanlar ‘çok satanlar listesinde’ birinciliği kimseye kaptırmadığı ülkemizde siz neden Sermüezzin Efendi ailesini anlattınız? Seksen kuşağının dindar çocuklarından bahsettiniz, muhafazakâr ailelerin iç konuşmalarını kaleme aldınız?

Herkes kendi şarkısını söyler. Ben de bizim şarkımızı söyledim. Kendi dünya görüşüm, tarihî, coğrafi, dini aidiyetim çerçevesinde edebiyat yaptım. Bizim hikâyemizi anlattım. Bu bir mecburiyetti. Dindarların da hikâyeleri/ hikâye olmaya hakları vardı. Kaç Mehmed Fuad aşkla ümitle çalıştı çöle yol yapmak için. Ne hayaller kuruldu İstanbul’da çölü iki günde aşmak üzere. Fuad’lar, Nergis’ler, Fatihler bu mirasın varisleri… Neleri yüklendiler, nelerden vazgeçtiler…

Kitabın ana karakteri Nergis’i kendinize benzettiğiniz oldu mu?

Şöyle diyelim, herhalde karakter ile yazarlar bir yerde birazcık benzeşirler, bazı yönetmenlerin yaptıkları filmlerde gözükmeyi sevmesi gibi yazarlarda kitaplarında görünmeyi severler. Hallerini, kıyafetlerini v.s kahramanlarına kullandırırlar. Benim de ara sıra diğer kahramanlarıma ve Nergis’e ödünç verdiğim bazı şeyler oldu; örneğin Fuad, Nergis’i terk ettiğinde, beynine bir balyoz yemesi gerektiğini düşündüm ve Nergis’e yukarda anlattığım sahneyi kullandırdım. Ama kesinlikle rüştünü ispat etmiş bir karakterdir Nergis. Şunu da ilave edelim, kahramanlarım ben değiller fakat ben onlar oldum yazarken.

Hidayet romanlarından aşka, ayrılığa, umuda, pişmanlığa dair öykülere, romanlara, olaylara geçişimiz nasıl oldu sizce?

Burada kesinlikle şunu ifade etmek gerek, bizim çok iyi bir edebiyatımız hep oldu. Klasik şiir, Mesneviler, kıssalar, hikâyeler… Sonra –benim burada isimlerini zikretmekle paye vermeğe yeltenmek gibi ukalaca bir tutuma düşmekten imtina ettiğim- çok iyi şairlerimiz, hikâyecilerimizle devam etti. Aşk zaten hep vardı. Dindarlar olarak roman türü ile sorunumuz oldu. -Ve olmaya da devam ediyor.-Roman okuyorduk ama yazmıyorduk. Sanırım hidayet romanlarının iki iyi ve öncü örneği, Huzur Sokağı ve Minyeli Abdullah, romanın ifade imkânlarından yaralanabileceğimizi gösterdi bize. Ömer Karaoğlu ve arkadaşlarının ezgilerini -Yeşil Pop denen-, Beyaz Sinema gibi teşebbüsleri, özel televizyonların görselliği ve sanatı “bizleştiren” etkilerini de dâhil ederek düşünmek gerek bu geçişi. Burada yol açıcı olarak Nazan Bekiroğlu’nu; Yusuf ile Züleyha’sını kesinlikle zikretmek gerek.

Lâl daha çok İstanbul’da, Fatih ve çevresinde geçiyor. Yıllarca Fatih’te yaşamış biri olarak Fatih’in çehresi nasıl? Kaç yüzü var sizce?

Târihî dokusunu nispeten koruyabilmiş mekânların başında gelir Fatih. Dünle bugün bir aradadır sanki, durağan, değişken… Bir bakarsınız sevimsiz bir apartmanın köşesinden döndüğünüzde sizi bir Osmanlı Sokağı karşılar. Bir camiinin, bir tekkenin avlusunda kalakalmış bir erguvan ağacı apartmanların arasından pembe bir rüya gibi ışıldar. Sarıklı serpuşlu mezar, yolu ikiye böler. Fatih tam tamına Osmanlı/ Türk İslâm yapılanmasının birebir örneğidir. Camii çevresinde yapılanan, ilmî, kültürel, sosyal hayat. Etrafında çevrelenen çarşı pazar… Fatih Camii’deki cenaze merasimlerinden bile sosyal hayatı gözlemleyebilirsiniz. Fatih Camii öyle bir konumdadır ki ona her yönden yaklaşan, onun haşmeti, büyüklüğü karşında saygı duyar.Kaç yüzü var; çok deruni, çok vasat. Zengin ve yoksul, görkemli ve süfli… diye tanımlayabilirsiniz bu yüzleri. Âlimleri, meczupları ile - bir kar örtüsünün, mekânı kendi rengine boyaması gibi -kendi rengi hâkimdir Fatih’e.

İstanbul’un tepeleri, sokakları, meydanları ve İstanbul’a dair hâller hep konuşulur. Bir kadın yazar olarak, kadınların İstanbul’unu nasıl ifade edebilirsiniz.

Sorunuza cevap verirken acziyet hissettim. Kesinlikle büyüleyici. Dişil, doğurgan. Gücü haşmeti ile de eril. Her hâli, her saati bir başka ve değişken. Girift aynı zamanda… Karmaşık, çok yüzlü… İnsan ona dışarıdan bakarken- örneğin Boğaz’dan bir gemiden yahut bir tepeden, bir kuleden -onu tanımanın en iyi yolunun dışarıdan bakmak olduğunu düşünür. Ara sokaklarında, meydanlarında gezerken de “Hayır en iyisi damarlarında dolaşmak” dersiniz. Fakat bazen de bu şehrin gerçek olmadığını -adalardan İstanbul’a dönüşte mesela- onun masallardaki gibi bir cinin hemen oracıkta kurduğu bir masal şehri olduğunu düşünürsünüz.

Muhafazakârlık ve estetik algısı dönem dönem bir tartışma konusu olarak karşımıza çıkıyor. Muhafazakârlardaki estetik merakı, estetik vurgusu neden rahatsız edici bulunuyor?

Herhalde el değiştirdiğinden olsa gerek. Estetik, güzellik bizim yitik malımız, kim ne düşünürse düşünsün, bizim sahiplenebileceğimiz bir şey.

Bir de Fuad var, romanda vurguyla anlattığınız. Biz kadınların kaybetmişliğine alışkındık ama bir erkeğin kırgınlıkları şaşırtıcı geldi doğrusu.

Erkek/kadın bakışı hep tartışıla gelmiştir, farklı mıdır v.s… Şimdi düşünüyorum, erkek, kadın kalbi ayrı mıdır? Kutsal metinleri hatırlıyorum, yalnızca “kalp”ten söz eder Kur’an. Sonra şiir, şair ekseninde dönüyorum sorunuza. Fuzuli’yi, Şeyh Galib’i, o parça parça olmuş, inleyen kalpleri düşünüyorum. Hayır, Fuad’ın kaybının acısını çok doğal buluyorum.

Bir söyleşinizde “Kalbin kapısı kapanmış olamaz” demiştiniz. Kalpler, modern dünyanın dar geçitli metropollerinde doğru kapıyı, kendi kapısını nasıl bulacak?

Ya kendi geçitlerinde kaybolacak, yahut metropol yalnızlığını bir uzlete dönüştürüp kendi iç zenginliğini keşfedecek.

Ufukta yeni bir roman var mı?

Ufukta değil ama ufkun hemen ötesinde bir roman var.

(Turuncu Dergisi Ağustos 2010)