Menu
SABAHATTİN ALİ İÇİN BİR YİTİK İLANI
Deneme/İnceleme/Eleştiri • SABAHATTİN ALİ İÇİN BİR YİTİK İLANI

SABAHATTİN ALİ İÇİN BİR YİTİK İLANI

Size değişmeyen kaderlerimizden örnekler vererek mi başlasam onu anlatmaya yoksa bireyselleşmiş acılarla mı ortaya koysam yaşananları? Dünyayı kucaklama isteği vardı gerçi Sabahattin Ali’de bireysellikten uzaktı.

Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar” ından “Yalnızlığın Oyuncakları” adlı bölüm bir ölüm ilanı ile başlar:

“Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen

insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun

süre, ‘Yahu insanlık öldü mü?’ diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde,

‘İnsanlık öldü mü?’ ya da ‘İnsanlık ölür mü?’ biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat

acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır; herkes insanlığın son

durumunu öğrenmek istemiştir. (…) Evet, insanlık artık aramızda yok. İnsanlıktan uzun süredir ümidini

kesenler ya da hayatlarında insanlığın hiç farkında olmayanlar bu haberi yadırgamamışlardır. Fakat insanlık

âleminin bu büyük kaybı, birçok yürekte derin yaralar açmış ve onları ürkütücü bir karanlığa sürüklemiştir; o

kadar ki, bazıları artık insanlık olmadığına göre bir âlemden de söz edilemeyeceğini ileri sürmeğe

başlamışlardır. Bize göre, böyle geniş yorumlarda bulunmak için henüz erkendir. İnsanlık artık aramızda

dolaşmasa bile, hatırası gönüllerde her zaman yaşayacak ve çocuklarımız bizden, bir zamanlar insanlığın

olduğunu, bizim gibi nefes alıp ıstırap çektiğini öğreneceklerdir…” (Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar, İletişim Yayınları, 1992)

Bu ilan, romanın sonunda hayatını intiharla noktalayacak olan Hikmet Benol’ün, yitip giden birçok değerin ardından yaktığı ağıt gibidir. O hâlde bu yazı Sabahattin Ali’nin ardından bir yitik ilanı gibi okunsun.

Yaşam üzerine düşüncelerini öğrendiğimiz ve düşüncelerimiz üzerine nicesini eklediğimiz eserleri… Masallar sonunda verdiği kıssadan hisselerden bahsetmeliyim size:

Masallardan “Bir Aşk Masalı” ile aşkı saç diplerimizde hissettirmesi, sonunda bizi hüzne boğması…

Kadın hükümdar tarafından yönetilen bir ülke, kimsenin dert çekmesine gönlü razı olmayan bir melike, halkın sorunlarını çözmek için çalışan memurlar… Mesele aşk meselesi ama verilmek istenen bir model devlet okuyucuya sezdirilmeye çalışılmış belki de. Masalımızda melikeye âşık olan bir derviş var, dilenerek biriktirdiği paraları yoksullara dağıtan bir derviş… Sevgisinin imkansız olduğunu bilir elbette. Melike ile karşılaşma fırsatı bulur. Melike: “Dileğini söyle ne dilersen olacak…” der. Ve derviş bir “Ah!” çekip düşer. Etraftan koşanlar onun öldüğünü görür ve Sabahattin Ali kıssadan hisseyi verir:

"Ondan daha talihli insan var mı? Asıl bahtiyar, bir ömür boyunca hasretini çektiği şeye kavuşan değil, ona erişeceğini anladığı anda, saadetinin en yüksek noktasında bir  'Ah' diyerek düşüp ölebilendir." (Sırça Köşk, Sabahattin Ali, Bütün Eserleri:5, Bilgi Basımevi, Tarihsiz, s.210)

Böyle bir aşktı ondaki…

Devlet düzeni, ülkelerin yapısı, dünyadaki manda tutkusu onun eserlerinin siyaseti içermesini sağlamıştır denilebilir. Düzen içerisinde düzeni anlatmadan yazan biri değildi Sabahattin Ali. Günlük hayatı, halkı ve devlet yönetimini bizlere hissettirdiği “Koyun Masalı”ndan bir bölüm aktarmalıyım:

"Bu dünyada çobansız da, köpeksiz de yaşanabilirmiş. Ama bunu sağlamak için her defasında bu kadar kanlı kurbanlar verecek olursak pek çabuk neslimiz kurur. Bari siz gözünüzü açın da, ilerde başınıza yeniden itler musallat olursa, sürüyü canavarlara paralatmadan onları defetmeye bakın! " (Sırça Köşk, s.223)

40’lı yıllarda Sovyetlerde Sabahattin Ali ölçüsünde tanınmış başka bir yazar yoktur. Daha hayattayken Sabahattin Ali hakkında tez yazılmış, yapıtları üzerine araştırmalar yapılmıştır. (Sabahattin Ali Romanlarında Hümanizm, Leyla Alkayeva Sayfa 81. Cem Yayınevi 1980)

Tanınmışlığı yalnızca yurt dışında değil memleketinde de kendini göstermişti. Anlatılana göre Carl Ebert, Hasanoğlan Köy Enstitüsüne ziyarete gelir. Konuşmasını yapar. Sonra öğrenciler Sabahattin Ali’yi de ısrarla dinlemek ister. Sabahattin Ali onlara “Rüzgar” şiirini ve başka şiirlerini okur. Öğrencilerden biri bir şiirde geçen “Zaman zaman mağlup olsam bile etime/ İnsan olmak dokunuyor haysiyetime.” dizelerini anımsatarak “Hocam, insan olmak haysiyetinize dokunuyor mu?” deyince o, hemen: “Bakın bir açıklama yapma gereği duyuyorum burada. Ellerinizle yükselttiğiniz yapıları, diktiğiniz ağaçları gördük. Yetiştirdiğiniz bağı, açık hava tiyatronuzu, çalışmalarınızı gördük. Bambaşka bir hava esiyor Hasanoğlan’da. Kişi kendini, dünyasını yeniliyor, mutluluk duyuyor… O dizeyi şöyle düzeltmek istiyorum sizin önünüzde ‘Gayrı insan olmak dokunmuyor haysiyetime...’” demişti. (Sabahattin Ali Olayı, Kemal Bayram Çukurkavaklı, Yenigün Yayınları, Eylül 1978)

Peki biz Sabahattin Ali’den kadınlarla ilgili bir şey duymuş muyduk? “Kadın olmak, korkulacak bir şey miydi?” sorusuna kız kardeşi Süheyla Conkman’dan cevap verelim:

“Bir gün yağmur yağdı, ardından güneş açtı, tam tepemizde ışıl ışıl bir ebemkuşağı belirdi. Sabahattin Ali gayet sağlıklı, hayat dolu, kilosundan umulmayacak kadar çevik bir adamdı: ‘Koşsam altından geçebilir miyim acaba?’ diye bir koşu tutturdu. Ben: ‘Ebemkuşağının altından geçen cinsiyet değiştirirmiş,’ dedim, hemen durdu; ‘Kadın olmak çok mu kötü?’ diye sordum: ‘Kötü olduğundan değil, otuz yedi yaşıma geldim, kadın olsam bundan sonra beni kim alır? ’diye şaka ile yanıtladı.”

Öykü ve romanlarında, pasif görünen ancak yazgısına boyun eğmeyen insanları işlemiş; ‘düzenin adamlarına, yani siyaset ve siyasetçilerden aldıkları güçle halk üzerinde türlü oyunlar sergileyen eşrafa direnen insanların öykülerini anlatmıştır. Böylece inandığı değerler için çarpışan, başkalarının belirlediği ‘yazgı’ya kafa tutan onurlu insanları karşımıza çıkaran Sabahattin Ali, birçok eserinde, adeta ideal tragedya kahramanları yaratmıştır. Bazen de ‘öteki’ler içinde kendilerine sığınacak yer bulamayan ‘yalnız mücadeleci’lere, şimdi kendinin de Bulgaristan sınırında –Tekirdağ dağlarının eteklerinde yatması gibi- dağlara sığınmayı salık vermiştir. (Yazgısını Seven Adam ve Şiirinde “Ölüm”ü Çağırmak Temi, Özlem Fedai 2010)



Sabahattin Ali ırkçılığın boy hedefi haline gelmişti. Yani “sol”un sembolü olmuştu. Marksizmi bilip bilmediği, komünist olup olmadığı bir tarafa “sol”a vurmak isteyen ona vuruyordu, vurmak zorunda kalıyordu.

“Bir çeşit semboldü; Sabahattin’e vurmak, sola vurmak anlamına geliyordu.” (Sabahattin Ali, Filiz Ali-Atilla Özkırımlı içinde Muvaffak Şeref, De Yayınevi, Mart, 1986)

Sabahattin Ali öğrenim görmek için gittiği Almanya’dan, eğitimini tamamlayamadan dönmek zorunda kalır. Kimine göre; Türklüğe hakaret eden bir Alman’a iki tokat attığı için milliyetçilikten, kimine göre komünist propaganda yaptığındandı.

Kaçaklık yıllarında Hasan İzzettin Dinamo ile karşılaşan Sabahattin Ali bu konuyu dile getirmişti:

“Ben Almanya’ya gittiğimde bütün üniversitelerde faşizm kımıldaması başlamıştı. Bütün Alman delikanlılarının alınlarında kendilerinin Töton kanından geldiklerini gösteren anlamsal yazılar görür gibi oluyordum. Niebelungen şarkıları elden ve dilden düşmüyordu. Benim Türk olduğumu bildikleri halde ‘Niebelungen destanını oku Ali, onu okumadıkça dünyanın kaç bucak olduğunu anlayamazsın.’ diyorlardı. Ben de bu bağnaz destanı okur gibi yaparak karıştırdım. Ne var ki okumadığımı çabucak anladılar ve bana gözdağı vermeye başladılar. Okula getirdiğim antifaşist  birkaç kitabım yitti. İlkin bir tesadüf sandım. Sonra sınıftaki bağnaz Nazi delikanlılarının işi olduğunu anladım. Ne okuduğunu iyice kontrol altına almışlardı. Heine’nin şiirleri, Goethe’nin Faust’u da yitti. Artık evimden dışarı kitap çıkaramıyordum. Schalom Asok’ın Sintflut adlı ünlü romanını okumayacaksın, yoksa, sen de gizli Yahudilerden misin diyorlardı.”

Bir süre sonra Alman olmayan her öğrenci Sabahattin Ali’nin etrafında toplanmış ve birer birer kaybolmaya başlamıştı. Sabahattin, kendisi etrafında toplanılmasını eski Türk-Alman ittifakına bağlı olduğunu düşünüyordu. Etrafında özellikle Yahudilerin kalmadığını söyleyen Sabahattin, tehlikenin kendisine geldiğini anladığını söylüyor. Bir sabah hısımlarından habersiz, trene atlayıp Türkiye’nin yolunu tutuyor ve “Biraz daha gecikseydim Spartaküst olarak ben de yaşamımı yitirebilirdim.” diyor. (Kırklı Yıllar-2, 1944 TKP Davası, Derleyen: Rasih Nuri İleri, TÜSTAV Yayınları 2003)

Onun ölümüyle ilgili Reşit Ertüzün’den bir anektod aktarayım:

“Gece geç vakit, Cevat Dursunoğlu’nun Tandoğan alanı civarındaki evinden Cemil Sait Barlas’la birlikte çıkmış, soğuk ama pırıl pırıl yıldızlı bir Ankara ayazında yürüyerek Kızılay’a doğru gidiyorduk. Barlas, Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü yıllarda bakanlık yapmıştı. Sabahattin Ali, bir yazısında Bakan Barlas’a hakaret ettiği için hapse mahkûm olmuş ve üç ay hapis yatmıştı. Bunları bildiğim için, Cemil Sait Beye sormuştum:

 -Bu kaçış ve öldürülüş hikayesine ne diyorsunuz?

 Hiç unutmam, Maltepe’yi geçmiş, tam Bomonti Havagazı fırınlarının önlerine gelmiştik. Barlas birden durdu, kolumu tuttu ve şöyle dedi:

-Hiç sorma bu hikâyeyi… Şöyle ya da böyle bizim hepimizin elinde kanı vardır, bulaşmıştır bu cinayet hikâyesine… Üstüne gitmemiz lazımdı, gidemedik, hata ettik…

Cemil Sait Barlas bunları öylesine söylemişti ki konunu üstüne bir daha dönemedim. Hep kafamı kurcalamıştır. Barlas, 1948-49-50 yıllarında Hasan Saka Hükümeti’nde ticaret ve daha sonraki Şemsettin Günaltay Hükümeti’nde de devlet bakanıydı. Hükümet olarak bir bildikleri mi vardı, yoksa eski Devlet Bakanı Barlas, özel olarak bu konuda bilgi sahibi mi idi? Bunu öğrenemedim. Ama bildiğim, gördüğüm tek şey, bir aydın olarak Barlas’ın Sabahattin Ali’nin ölümünden dolayı büyük bir üzüntü duyduğuydu. Bunu açıkça söylerdi:

 -Türkiye’nin en büyük yazarlarından biriydi, ölümünden biz sorumluyuz.”( Reşit M. Ertüzün içinde, aktaran İlhami Soysal)

Meclis Kürsüsünden, Markopaşa şahsında Sabahattin Ali’yi “Kökü dışarıda”lıkla suçlayan eski mebus Barlas daha açık nasıl anlatsın?

Kitabına adını veren “Dağlar ve Rüzgar” şiirleri şairin her türlü yozlaşma karşısında kendini güvenilir kucaklara bıraktığı doğaya ait iki unsurdur. Tabiat, Sabahattin Ali’ye göre ana kucağıdır.

“Ey dağların dertlerini dinleyen rüzgâr

Benim artık yalnız sana itimadım var.”

Mücadelelerini ve yorgunluğunu şiirlerinde hissettiğimiz Sabahattin Ali “Son Mektup” ve “Dağlar” la vasiyetini bildirmiştir. “Hapishane Şarkısı” adlı şiiri de halini bildirmesi açısından önemlidir. İki dörtlük ile onu daha iyi anlayalım.

“Göklerde kartal gibiyim

Kanatlarımdan vuruldum

Mor çiçekli dal gibiyim

Bahar vaktinde kırıldım

 

Dünya durmaz, bahar olur, kış olur.

Belki senin gözün biraz yaş olur

Ben garibim, benim gönlüm hoş olur

Sevdiklerim ayda bir andı mı”

Mezarında iki mısra ile dağları ve rüzgârı seven Sabahattin Ali sonunda onlarla beraberdir:

“Başım dağ, saçlarım kardır.

Benim meskenim dağlardır.”